Forum Zero
ForumZero

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Zero

Sayfa: 1 ... 20 21 22 ... 99
341
ALINTIDIR..

 

 

   

     

     

   

     

 

   

   

 

   

   

 

   

 

   

342
Bu vatan için mücadele eden, başta Atatürk olmak üzere tüm atalarımıza...







Beste ve düzenleme Levent ŞEN



Her TÜRK evladının izlemesi gereken bir video

343
Atatürk uçaktan korkar mıydı?



Bu ne biçim soru böyle? Kendimden şüphe ederim de bundan etmem. Atatürk değil miydi daha 1925 gibi erken bir tarihte “İstikbal göklerdedir; çünkü göklerini koruyamayan milletler yarınlarından asla emin olamazlar” vecizesini söyleyen? Senin Atatürk’ten zorun var anlaşılan...





Konu üzerindeki ilk şüphelerimi beyan etmek gafletinde bulunduğum zatın öfkesini kabartmamak için alttan alıyorum ama olmuyor. Rengi kızarıyor, hafiften köpürüyor mu ne? Elini masanın üzerindeki kitaplara vurup, “Allah’tan korkun, ahiret var, ahiret!” diyor tehdit yollu. Âhiret şimdi mi aklınıza geldi diyeceğim, yutuyorum.



Neyse diyorum, nasılsa anlatacak birini bulurum şu geniş arz üzerinde. Karar verdim, siz Haber7 okurlarına dökeceğim içimi.



Mesele şu: Atatürk’ün ata, otomobile, vapura, trene bindiğini biliyoruz da, nedense uçağa bindiğine dair en ufak bir bilgi, bir işaret, bir ize rastlamıyoruz. Ne hatıratlarda geçiyor herhangi bir bilgi, ne kayıtlarda, ne de gazete havadislerinde. Hatta 1933’den itibaren günü gününe tutulan Nöbet Defteri’nde dahi Atatürk’ün uçağa bindiğine dair bir kayıt bulunmuyor. Binlercesini gördüğümüz Atatürk fotoğraflarında da uçağa bindiğine dair tek bir kareye tesadüf edemiyoruz. Yok, yok...



Affedersiniz var bir iki tane. Onlara da Pars Tuğlacı’nın tuğla gibi üç ciltten müteşekkil Çağdaş Türkiye adlı binlerce Atatürk fotoğrafı içeren kitabında rastlıyorum.





Atatürk 1937 yılında İngiltere'den alınan uçağı inceliyor







Bu iki resimde Atatürk 1937’de İngiltere’den satın alınan bir uçağa binerken ve inerken görüntülenmiş (İstanbul 1990, Cem Yayınevi, cilt 3, s. 1696-7). Lakin işin garabeti şurada ki, bu uçak uçmamış, yani yerden havalanmamıştır! Atatürk sadece bu yeni uçağın içini teftiş etmiş, sonra da bir yetkilinin elinden destek alarak merdiveninden aşağı inmiştir. O kadar...



Atatürk’ün havacılığı teşvik ettiği doğru olmasına doğru. Ancak sorun, Atatürk’ün uçağı ve uçmayı sevmemesinden kaynaklanmıyor. Daha açık konuşalım: Kişisel bir sorunu vardı uçaklarla. Daha düz bir deyişle söylersek, uçak fobisi vardı Atatürk’ün; uçağa binmekten korkuyordu.



Neden acaba? Havacılığımızı teşvik eden, Türk Hava Kurumu’nu kurduran ve bir kadın olarak Sabiha Gökçen’i pilotluğa teşvik eden birinin ayağının yerden kesilmesi konusunda bu kadar çekingen davranmasının daha derin bir sebebi olmalıdır.



İşte Atatürk’ün uçak korkusunun gerçek sebebi:



General Celal Erikan, ilk cildi 1964 yılında Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış olan Komutan Atatürk adlı kitabının önsözünde Atatürk’ün uçak fobisini açıklayan ilginç bir anıdan bahsediyor.



Yıl 1934, Cumhuriyet Bayramı törenlerindeyiz. Yer, Ankara’da Ordu Evi. 29 Ekim gecesi düzenlenen baloya Irak Hava Kuvvetleri’ne bağlı subaylar da katılmıştır. Etrafında havacılar olunca Atatürk’ün de havacılıkla ilgili hatıraları coşmuş ve başlamıştır anlatmaya: “1910 yılındaydı. Ali Rıza Paşa ile birlikte Fransa’daki Picardie manevralarına davet edilmiştik. Manevra sonunda, daha çocukluk çağında olan uçaklarla gösteriler yapıldı. Bundan sonra, manevraya katılan yabancı subaylardan isteyenlerin bu uçaklara bindirileceği bildirildi. Ben de hemen uçaklardan birine doğru yöneliyordum ki Ali Rıza Paşa bileğimden tuttu ve:



    - Bilmediğin aş, ya karın ağrıtır, ya baş, diye beni uyardı. Uçağa, benim yerime bir başka ülkeden bir subay bindi. Bu uçak, havada bir dönüş yaptıktan sonra düşüp yere çakıldı. Ölümden kurtulmuştum.”



General Celal Erikan’ın naklettiği bu olayı doğrulayan emekli Tümgeneral Cumhur Evcil, Önce Vatan gazetesinde (15 Mayıs 2006) olayı başka ağızlardan da teyid etmiştir. Mesela:



    “Türk Tarih Kurumu eski başkanlarından Sayın Uluğ İğdemir, olayı Atatürk'ten dinlediğini belirterek, bir görüşmede bana biraz daha değişik anlattı. Söz konusu manevrada Fransızlar uçakla gezinti yapmak isteyen yabancı subayları sıraya koymuşlar. Mustafa Kemal'in sırası geldiğinde, manevranın takip edilmesi gereken önemli bir bölümü cereyan ettiğinden, Mustafa Kemal sırasını bir Rumen subayla değişmiş. Havalanan Romen subayın bindiği uçak kısa bir süre sonra yere çakılmış ve binenler ölmüş... Atatürk'ün uçağa hiç binmediğini, rahmetli Sabiha Gökçen; güvenlik nedeni ile hükümetin izin vermemesini neden göstererek bir sohbetimizde teyit etmişti.” İşte bu şok edici olay, Atatürk’ün psikolojisi üzerinde derin izler bırakmış ve o günden sonra, havacılığı her fırsatta teşvik etmiş olmasına rağmen bir daha uçağa binmemiş, o uzun ve yıpratıcı yurt gezilerinde bile genellikle daha rahat bir vasıta olan yataklı trenleri tercih etmişti.



Büyük ve genel tarihin içinde gözden yiten pek çok hurda ayrıntıdan biridir bu olay. Ama unutmayalım ki, tarih, ayrıntıda gizlidir.



Allah’tan bunların hepsini anlatmamıştım yazımın başında sözünü ettiğim zata...



mustafa armağan

haber7

344
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların  gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri  benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve  bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu  vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi  varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

 Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç,  "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir  zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, "demek  adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek"

 Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte  bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için  salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "ben inanç  ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer  buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri  düzeltmek de benim görevimdir."

 İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

 Mustafa Kemal Atatürk

Bursa, 5 Şubat 1933

345
Atatürk'ün ölümünün 68. yıldönümü kapsamında Sinop'ta çeşitli etkinlikler düzenlendi. Belediye tarafından Anadolu'nun en eski camisi olan Alaaddin Camii'nde cuma namazı öncesi mevlit okutuldu.



Mevlit programına çok sayıda vatandaş katıldı. Atatürk'ün ruhuna hediye edilen dualar sonrası cuma namazı kılındı. Namaz çıkışında il merkezindeki 13 camide Atatürk'ün anısına 6 bin külah mevlit şekeri dağıtıldı.



Mevlit programına katılımın çok güzel olduğunu belirten Sinop Belediye Başkanı Zeki Yılmazer, "Okunan duaların kabul olmasını diliyoruz. Bu tür anma organizasyonlarımızı sürdüreceğiz" dedi.

haber34

346
Yıl 1929...



Atatürk Yalova'ya ilk kez geldiği 19 Ağustos 1929 günü, önce Termal'e gitmiş, oradan Baltacı Çiftliği'ne geçmişti. 20 Ağustos 1920 günü de, önce Millet Çiftliği'ne gitmiş, oradan Termal'e ve müteakiben Koru'ya bir gezinti yaptıktan sonra İstanbul'a dönmüştü. 21 Ağustos 1929 günü İstanbul'dan Bursa'ya gidecekti. Sabah saat 09.00'da Ertuğrul yatı ile Dolmabahçe'den hareket edildi. Marmara'da küçük bir gezinti yapıldıktan sonra Yalova İskelesi'ne çıkılacak, buradan da karayolu ile Bursa'ya geçilecekti.



İşte bu gezinti sırasında, Millet Çiftliği (günümüzde Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü) açıklarından geçerlerken sahildeki çınar,Atatürk'ün dikkatini çekti. Yatı durdurtan Atatürk, yatın teknesi ile karaya çıktı. Çınar ağacının muhteşem görüntüsüne hayran kalmıştı. Yanındakilere, bu ağacın civarına küçük bir köşk yapılması talimatını veren Atatürk, sonra tekrar Ertuğrul Yatı'na dönerek günlük programına devam etti.



Yapımına hemen başlanan köşk,12 Eylül 1929'da tamamlandı. 13 Eylül 1929 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde: " Gazi Hazretleri'nin Yalova Millet Çiftliği'nde inşa edilen köşkü ikmal edilmiştir. " şeklinde konuyla ilgili haber yer almaktadır. Bu habere göre köşk, Atatürk'ün yapılsın dediği 21 Ağustos'tan 22 gün sonra tamamlanmıştır.







Yıl 1930...



 Atatürk, çok beğendiği Yalova'da birkaç yıl önce yaptırdığı köşküne doğru çıkmaktadır. Bir de bakar bir bahçıvan, koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir.



Müdahale eder;“Yahu,..” der “...sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetişdirdin mi ki kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve niye ?



Bahçıvan der ki; “Paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz.



Atatürk, bir an düşünür; “Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız” der.



Derler ki, "Bugün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutupta ağaçtan uzaklaştırmak ?"



Bu görev İstanbul Belediyesi'ne verildi. O sıralarda Belediye Fen İşleri Müdürü Yusuf Ziya (Erdem) Bey'di. Onun direktifleri ile Fen İşleri Yollar Köprüler Şubesi sorumluluğu üstlendi. Başmühendis Ali Galip (Alnar) Bey, yanına aldığı teknik elemanları ile Yalova'ya gelerek çalışmaya başladı.





Önce bina çevresindeki toprak büyük bir dikkatle kazılarak temel seviyesine inildi. İstanbul'dan, köprü altından getirilen tramvay rayları, binanın temeline yerleştirildi. Santim santim yapılan çalışmalar sonunda bina, temelin altına sokulan raylar üzerine oturtuldu.









Atatürk, zaman zaman bu çalışmaları izliyordu. O günlerde Paris Büyükelçisi olan Fethi (Okyar) Bey, kendisini ziyarete geldi. Fethi Bey, hatıralarında bu ziyareti sırasında köşkte yapılan çalışmalar ile ilgili şunları aktarmıştır:



"....24 Temmuz 1930 günü öğleden sonra Gazi, beni otomobil ile Yalova'daki çiftliklerini gezdirdi. Araziyi, yapılan binaları ve altına kazıklar konularak bir küçük köşkün mevkiini beş on metre değiştirmek için nasıl çalışıldığını gördük. Sonra köşkün yanında kurulmuş olan eski sultanlara ait iki güzel çadırın içinde istirahat ettik. Çadırların her biri nefis sanat eseri idi. Biraz istirahatten sonra, otomobil ile Yalova Kaplıcaları'na döndük...."





Şehremaneti Fen Heyeti ( Belediye Fen İşleri ) 7 Ağustos 1930 Perşembe günü Yalova'ya bir gezinti düzenledi. Bu geziye İstanbul'da bulunan bütün mimar ve mühendisler davet edildi. Köşkün yürütme çalışması, olasılıkla Atatürk'ün isteği ile mühendislerin önünde yapılacaktı.









Köşkün yürütülme işlemi iki safhada yapıldı. 8 Ağustos 1930 Cuma günü öncelikle yapının teras bölümü ( toplantı salonu olarak kullanılan, üç yanı camlarla kaplı bölüm ) kaydırıldı.









11 Ağustos 1936 günü yapılan son işlemi yanında bulunan kız kardeşi Makbule (ATADAN) Hanım, Affet (İNAN) Hanım, Yunus Nadi (ABALIOĞLU), Muhafız K. İsmail Hakkı (TEKÇE), Yaver Bnb. Nasuhi Bey ve diğer ilgililerle baştan sona izler.





O gün yapılan işlemlerden sonra çınar kesilmekten kurtulur.



Gazi Mustafa Kemal, bu işlemin tamamlanıp çınar ağacının dallarını kesilmekten kurtardıktan sonra kendisine bunun nedenini soranlara cevabı şu olmuştur: " Ağaç çınardır. Çınar ise devlet !... "



Atatürk, 11 Haziran 1937’de şahsına ait bütün taşınamaz mallar gibi bu Köşkü de Türk Milletine bağışlar.



Diğer tüm köşkler gibi ‘Yürüyen Köşk’ de halen müze olarak korunmaktadır.





________________________________________________







YÜRÜYEN KÖŞK'ÜN BUGÜNÜ





Halk arasında "YÜRÜYEN KÖŞK" olarak tanınan bina, Kültür Bakanlığı Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu'nun 12/07/1980 gün ve 122238 sayılı kararı ile korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları arasında sayıldı ve tescili yapıldı.



Yalova Valiliği, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ile Yalova Belediye Başkanlığı arasında, 24 Aralık 2004 tarihinde yapılan protokolle de Yürüyen Köşk, Yalova Belediyesi'ne devredilmiştir.





Halen Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü içinde bulunan bina, dörtgen planlı, iki katlı, ahşap karkas küçük bir yapıdır.



Binanın çatısı oturtma ve Marsilya kiremit örtülüdür. Cepheler ahşap kaplamalı olup, kat arası profilli kat silmesi ve değişik süslemeli tahtalarla kaplanmıştır. Pencereler ve pencere kepenkleri klasik yapılı katlanır kapaklıdır. Kat döşemeleri girişi kara mozaik ve mermerdir. Üst kat ise normal ahşap döşemelidir. Duvarlar, Bağdadi üzeri çimento harçlı sıvalı ve sıvanın üstü boyalıdır.





Binaya batıdaki kapıdan girilir. Girişte solda küçük bir bölüm vardır. Burası Atatürk zamanında çay ve kahve ocağı olarak kullanılıyordu. Günümüzde ise vestiyerdir. Girişte tam karşıda küçük bir tuvalet bulunmaktadır. Tuvaletin hemen yanında küçük bir oda vardır.





Denize bakan yönde toplantı salonu dikkati çeker. Atatürk'ün çok sevdiği gramofonu da buradadır. Bu salonun denize bakan üç yanı da boydan boya kristal camlı kapılarla kaplıdır. Giriş kapısının hemen sağındaki ahşap merdivenlerden üst kata çıkılır. Merdiven altında yarı bodrum şeklinde dışarıdan girilen su ısıtma merkezi bulunmaktadır. Demir dökümlü, dereceli ve termostatlı kazanda ısınan su, borular ile üst kata çıkmaktadır.



Çıkışta, yine tam karşıda küçük bir tuvalet ve banyo vardır. Alt katta ve üst kattaki bu tuvalet ve banyolarda, üst katta Atatürk'ün yatak odasına, alt katta oturma odasına açılan birer kapı vardır.



Soldaki Atatürk'e ait istirahat odası aynı zamanda terasa açılır. Bu odanın tam karşısında (L) şeklinde küçük bir yatak odası bulunur. Odanın duvarlarında çiftliğe ait çeşitli resimler asılıdır.



Merdivenin hemen sol tarafında bir dolap ve bu dolapta 32 kişilik Belçika porseleni yemek takımı, yine 32 kişilik çatal-bıçak ve kaşıklar, 2 kristal sürahi, Atatürk'e ait yorgan, yastık, çarşaf ve masa örtüleri bulunmaktadır.





Köşkün deniz tarafında 11 mermer sütunla çevrili mermer kaplı bir alan vardır. Çiftlikte çalışanların anlattıklarına göre, Atatürk burada arkadaşları ile oturur çay-kahve içermiş. Buradan 8 basamaklı bir merdiven ile ikinci bir alana inilir. Buradan da tahta iskeleye geçilir. İskele yaklaşık 30 metre uzunluğunda, 2 metre genişliğindedir.



Köşkün yer değiştirmesine sebep olan, görenleri büyüleyen yaşlı çınar ağacı köşkün hemen batısındadır.





Köşk civarında Atatürk zamanında bulunan tavukhaneler sonraları yıktırılmıştır. Su deposu o günlerden kalmadır. Deponun altında bir su kuyusu ve elektrik motorunun konulduğu bir oda vardır.



Su deposunun yanındaki Atatürk büstü, 1983 yılında dönemin Yalova Kaymakamı Orhan AYKAN tarafından açılmıştır. Büst kitabesinde " MİLLETİN ÇİFTLİKTEKİ İMKANLARINI ASRİ VE İKTİSADİ TEDBİRLERLE EN YÜKSEK SEVİYEYE ÇIKARMALIYIZ. ANKARA 01/03/1922 " yazılıdır.



Yürüyen Köşk'ün yaklaşık 50-60 metre batısında jeneratör odası, köşk ile aynı tarihte yapılmıştır. Burada bulunan 110 volt'luk Siemens marka elektrik motoru ile Köşk'ün aydınlatılması sağlanmıştır.



Yürüyen Köşk'ün batısında, giriş kapısının 30 metre kadar karşısında bulunan iki katlı evin, Atatürk tarafından orada çalışanların ve muhafızların kalması için yapıldığı ileri sürülmektedir. Binada halen çiftlikte çalışanlar oturmaktadır.





Kaynaklar:

- Atatürk Araştırma Merkezi

- Yalova Valiliği

- Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü

- Yalova Belediyesi

- Yalova Defterdarlığı









ALINTIDIR.

347
Atatürk'ü sevmeyebilirsiniz,

Fikirlerini benimsemeyebilirsiniz,

Ama ona asla saldıramazsınız,

Saldırırsanız ya kanınız,

ya sütünüz bozuktur...

Yekta Güngör ÖZDEN

348
Dövmede son trend Atatürk’ün imzası







Bu da nereden çıktı denemeyin. Yaptırıyorlar. Kimi bileğine, kimi göbeğine, kimi ensesine, kimi ise pazılarına Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasını işletiyor.



Hint kınası ya da tükenmez kalemle değil. Bildiğiniz kalıcı dövmeyle. İmzacılar çoğunlukta ama Atatürk portresi çizdiren de var. Yaptıranların bir kısmı fanatik Atatürkçü. Bir kısmı Nutuk’un kapağını bile açmamış. Peki niye yaptırdınız, diye soruyoruz. "Şekilli duruyor" diyorlar.

Bu da nereden çıktı denemeyin. Yaptırıyorlar. Kimi bileğine, kimi göbeğine, kimi ensesine, kimi ise pazılarına Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasını işletiyor.

Türk halkına gelmiş geçmiş en şahane imza kimindir diye sorsanız büyük çoğunlu bir çırpıda Atatürk’ün adını söyler. Mustafa Kemal’in imzası da kendisi gibi karizmatiktir. K ve nokta ile başlar atatürk diye devam eder. Sondaki k harfinin kuyruğu atatürk kelimesinin altını çizer. Bu yüzdendir ki birçoğumuz imza atarken ismimizin ilk harfi, nokta, soyadımız şeklinde imza atıyoruz. İmza konusunda da Ata’nın açtığı yolda ilerliyoruz. Ama daha fazlasını yapanlar da var. Atatürk’ün imzasını dövme olarak yaptıranlardan bahsediyoruz. Son günlerde sayıları hızla artıyor. Yüzde sekseni erkek. Yaşları 20 ile 35 arasında.



Cem Daban (20) İstanbul’da bir restoranda garsonluk yapıyor. Ortaokuldan sonra okumamış, iş hayatına atılmayı tercih etmiş. Kemal Atatürk dövmesini bir arkadaşında görmüş. İlk gördüğü anda vurulmuş. Ama yine de biraz düşünüp taşınmış, ölçüp biçmiş. Üç ay sonra yaptırmaya karar vermiş. "Herkes koluna barkod yaptırırken, ben Atatürk imzası attırdım. Atatürk konusunda fanatik değilim. Ama sevgim normalin biraz üstünde. Atatürkçü bir aileden geliyorum. Bizde herkes CHP’ye oy verir. Onun sayesinde bu kadar özgür yaşayabildiğimizi biliyorum. Ama en önemlisi Mustafa Kemal, Türk insanına kendi toprağını kazandırmıştır."



Cem Daban’ın dövmesinden yaşıtları pek hoşlanmıyormuş. "Neden daha tribal bir şey yaptırmadın" diye soruyorlarmış. Ama belli bir yaşın üstündekiler çok takdir ediyormuş: "Restoranda benim için kadeh kaldıranlar bile oldu. Tebrik ediyorlar. Helal olsun, seni alkışlıyoruz diyorlar."



Dövmesini iki ay önce yaptıran Daban, daha ailesinin görmediğini söylüyor. "Normalde dövme yaptırmama kızarlardı ama buna kızmazlar" diyor.



KOLUNU ÖPÜP DURUYOR



Aytekin Demirkaya (38) üç yıldır dövme yapıyor. Cem’in dövmesini de o yapmış. Bu işlere nasıl girdiğini şöyle anlatıyor: "Bir kardeş bacağıma ejderha yaptı. Baktım iş basit. El sanatlarına meraklıyımdır. Hoşuma gitti. Ben de başladım." Demirkaya dövme işine girmeden önce bir şirkette finansör olarak çalışıyormuş. Kendi ensesinde Kemal Atatürk imzası var. Dört sene önce yaptırmış. Hikayesi eğlenceli: "Bostancı’da bir dövmeci vardı. Akşam üzeri şirketten çıkıp uğrar, kataloğuna bakardım. Bir türlü istediğim gibi bir dövme bulamazdım. Derken bende ampul yandı. Ne istediğimi buldum, gittim: Atatürk imzası var mı, dedim. Yok, dedi. Getirsem yapar mıyız, dedim. Yaparız, dedi. Kadıköy’de bir kitabevine gittim. Kitaptan Atatürk’ün imzasının fotokopisini çektirdim, biraz büyüttüm, getirdim, yaptı."



Aytekin Demirkaya, Atatürk konusunda tam bir fanatik. "Dedem sürekli, en büyük Türk Atatürk, derdi. Benimki dededen kalma bir fanatizm." Ailesiyle birlikte müstakil bir evde oturuyormuş. Evin her köşesi Türk bayraklarıyla ve Atatürk fotoğraflarıyla kaplıymış. Dışarıdan geçenler bile görebiliyormuş. Bir de iddiası var: "Bizim evdeki Atatürk portreleri sizin gazetede bile yoktur."



Şimdiye kadar yirmiye yakın kişiye Atatürk imzalı dövme yapmış. Yaptıklarının hepsi erkek. Çok yakın zamanda bir kadına yapacağını söylüyor. Ablasının kızı gönüllü manken olacakmış. "Bizim ailede herkes Atatürkçü. Dört yaşındaki yeğenimin koluna geçici Atatürk dövmesi yapıyorum. Kolunu öpüp duruyor. Kardeşim Bülent’e de yaptım. Hem imza hem portre. Bir alacak verecek hikayesi yüzünden dört yıl hapse girdi. Çok işine yaramış. Dövmeyi görenler çok saygı duymuş."



BELDEN AŞAĞIYA ASLA



Aytekin Demirkaya Atatürk dövmesini parayla yapmıyor. Gençlerin onun ensesindeki imzadan çok etkilendiğini söylüyor: "Geliyorlar, ensemi görüyorlar. Aaa abinin ensesinde Atatürk’ün imzası var, diyorlar. Size de yapalım mı, bedava, diyorum. Birçoğu yaptırıyor. Normalde bu imzayı dövme yaptırmak 100 kağıda patlar. Üç yıl önce pazarlıkla 50 YTL’ye yaptırmıştım."



Atatürk imzasını ya da portresini dövme yaparken tek bir şart koşuyor Aytekin Demirkaya. Görünen yerlere dövme yapıyor ve belden aşağıya asla inmiyor. Bir ofisi yok. Çelikten bir bond çantası var. İsteyenin ayağına gidiyor, "ben geleyim diyeni" ise Atatürk resimleriyle bezeli evine davet ediyor.



Aytekin Demirkaya’ya ensesindeki Atatürk dövmelerine gelen tepkileri soruyorum: "Vücudumda sekiz dövme var. Hepsi dikkat çekiyor. Ama Atatürk’ün portresinin ve imzasının dövmesi saygı uyandırıyor. İnanılmaz güzel, on numara, helal olsun, diyorlar. Resim çektirenler bile var. Günahtır, diyenler oldu tabii ama çok az. Atatürk’le ilgili dövmeler yaptırmaya devam edeceğim. Şimdilerde İstiklal Marşı’nı ince ince, tatlı tatlı koluma yazdırmayı düşünüyorum."



BEYOĞLU’NDA DA POPÜLER



15 yıldır Beyoğlu Yeşilçam Sokak’taki dükkanında dövme yapan Ruhsel Donbalak son zamanlarda beş farklı kişiye Atatürk imzasını dövme yaptığını söylüyor. Bir o kadar da Atatürk portresi dövmesi çizmiş. Gelenlerin yarısı kadın, yarısı erkekmiş ve yaş ortalamaları 25 civarındaymış. Çoğunluk pazı diye tanımlanan bölgeye, kollarının üst bölümüne yaptırmış.





hurriyet

349
Atatürk ve Diğer Türk Önderlerimiz / ahh atatürk ahh
« : 25 Şubat 2011, 17:32:01 »
keşke atatürk yaşasaydı diye aklım geliyor hep ama iikide yaşamıyor çünkü ülkenin ne kadar geriledğini grseydi kahrolurdu ewet arkadaşlar görüyoruz arama motorlarında aranan en çok 3 kelime çocuk pornosu sex ve porno bu ne rezalet yaa_? işte ülkemizin hali



yorumlarınızı bekliyorum

350
.



hakikat nerede?



gafil, hangi üç asır, hangi on asır

tuna ezelden türk diyarıdır.



bilinen tarihler söylememiş bunu

kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,



dinleyin sesini doğan tarihin,

aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak



yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.

asya'nın ortasında oğuz oğulları,



avrupa'nın alplerinde oğuz torunları

doğudan çıkan biz



nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz

türk sadece bir milletin adı değil,



türk bütün adamların birliğidir.

ey birbirine diş bileyen yığınlar,



ey yığın yığın insan gafletleri

yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,

hakikat nerede?





mustafa kemal ATATÜRK

351
Atatürk Einstein'i Türkiye'ye çağırdı



Gazi M. Kemal Atatürk'ün, Pastör'ü Türkiye'ye getiren 2. Abdulhamid'e benzer, dünya çapında bilimsel bir hamle yapmak için Einstein'i Türkiye'ye davet ettiği ortaya çıktı.



     



Bugün Cumhuriyet'in Bilim Teknik ekinde yayınlanan Osman Bahadır imzalı bir haber Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Meraşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Einstein'i Türkiye'ye davet ettiğini ortaya çıkarttı. Einstein'in Atatürk'ün teklifini kendisiyle görüşen türk bilim Adamlarından Prof. Dr. Münir Ülgür'e söylediği belirtildi.



Dergi'de yer alan habere göre, Einstein, 1949 yılında kendisiyle görüşen Prof. Dr. Münir Ülgür'e, 1933 üniversite reformu sırasında Atatürk'ün, kendisinin de Türkiye'ye gelmesini istediğini söylemiş ve   "Siz biliyor musunuz, dünyanın en büyük liderine sahipsiniz" dedi. 1933 Üniversite Reformu sırasında Atatürk'ün, kendisinin de Türkiye'ye gelmesini istediğini söyledi ve "Arkadaşlarım hep oradaydı ama burada imkânlar çok fazla olduğu için burayı tercih ettim" şeklinde konuştu.  



İşte dergide yer alan haberin metni:



Prof. Dr. Münir Ülgür'ün, Prof. Dr. Kerim Erim ve Dr. Adıvar'dan sonra, Einstein ile görüşme yapmış olan üçüncü bilim insanımız olduğu ortaya çıktı.



İTÜ Elektrik-Elektronik Fakültesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Münir Ülgür ile 9 Ekim 2006 günü Fenerbahçe'deki evinde EMO (Elektrik Mühendisleri Odası)'dan Muhittin Karahan ile birlikte bir görüşme yaptık.



Bu görüşmenin konusu, Sayın Ülgür'ün bilimsel ve mesleki yaşam öyküsünü kendisinden dinlemek ve bazı bilimsel ve tarihsel konularda görüşlerini almaktı. Prof. Dr. Ülgür'ün bu görüşmemiz sırasında söylediklerinin tümü, EMO İstanbul Şubesi'nin yayınları arasında çıkacak. Bu görüşmemizde üzerinde konuşulan konuların en ilginçlerinden biri, Sayın Ülgür'ün Einstein ile yaptığı görüşmeydi. Böylece Prof. Dr. Münir Ülgür'ün, Prof. Dr. Kerim Erim ve Dr. Adnan Adıvar 'dan sonra, Einstein ile görüşme yapmış olan üçüncü bilim insanımız olduğu ortaya çıkıyordu. Prof. Dr. Münir Ülgür, Einstein ile yaptığı görüşme konusunda şunları söyledi:



YIL 1948



"İTÜ tarafından General Electric'te eğitim çalışması yapmak üzere 1948'de ABD'ye gönderildim. Beni General Electric seçti. Çok zor bir kabuldü. Seçim için ABD'den bir profesör gelmiş, beni imtihan ederek ve sonra da benimle bir mülakat yaparak karar vermişti.



"ABD'de 2.5 sene kaldım. Philadelphia'da çalışıyordum ve Einstein'ın da Princeton Üniversitesi'nde olduğunu biliyordum. Einstein ile görüşmeyi istiyordum ama bunun gerçekleşebileceğine de çok ihtimal veremiyordum.



"1949 yılında bir gün üniversitedeki sekreterine telefon ettim ve görüşme isteğimi bildirdim. Hiç beklemediğim bir şekilde hemen cevap geldi ve Einstein'ın beni beklediği bildirildi.



"Eşim ve o zaman 2.5-3 yaşında olan kızımla birlikte Einstein'ın üniversitedeki ofisine gittik. Bizi çok sıcak bir şekilde karşıladı ve bizimle yakından ilgilendi. Küçük kızımı dizine oturttu ve ona piyano çaldı. Onu fevkalade mütevazı bir insan olarak gördük.



"Bizi hemen kabul etmesinin nedeni, benim Atatürk'ün bir evladı olmamdı. Konuşmalarımız sırasında Atatürk'ü kastederek 'Siz biliyor musunuz, dünyanın en büyük liderine sahipsiniz' dedi. 1933 Üniversite Reformu sırasında Atatürk'ün, kendisinin de Türkiye'ye gelmesini istediğini söyledi ve "Arkadaşlarım hep oradaydı ama burada imkânlar çok fazla olduğu için burayı tercih ettim" dedi.



İzafiyet teorisi üzerine konuşurken bize bir bilim adamının adını vererek, "Planetaryum'da şu gün şu saatte onun izafiyet teorisi üzerine konuşması olacak. O benden daha önemli bir iş yapmıştır, bu teoriyi çok anlaşılır şekle sokmuştur" dedi ve "size iki bilet veriyorum" diyerek, o toplantının giriş davetiyelerini sundu.



Bizi de sorduğu ve memleketimize iyi şeyler götürmemizi tavsiye ettiği bu görüşmeden yaklaşık yarım saatin sonunda ayrıldık."



***



Prof. Dr. Münir Ülgür kimdir?



24 Aralık 1917'de doğdu. İstanbul Erkek Lisesi'nin fen bölümünden birincilikle mezun oldu. Parasız yatılı sınavını kazanarak Yüksek Mühendis Mektebi (bugünkü İTÜ)'nin Elektrik Bölümü'ne girdi. 1941'de bu bölümden mezun oldu. Elektrik Fakültesi'nin kurucusu Prof. Dr. Burhaneddin Sezerar'ın asistanı oldu.



1946 yılında doçent oldu. 1948'de General Electric'te eğitim çalışması (training) yapmak üzere İTÜ tarafından ABD'ye gönderildi. 2.5 yıl ABD'de kaldı. Yurda dönüşünden sonra 1951'de profesör oldu ve 1952 yılında da İTÜ Elektrik Fakültesi dekanlığına seçildi. 1985 yılında emekli oldu.



Münir Ülgür, ülkemizde ve İTÜ Elektrik Fakültesi'nde otomatik kontrol disiplinini yaratmış ve bu disiplinin kürsüsünü kurmuş ve yıllarca bu konuda eğitim vermiş ve laboratuvar çalışmalarını yönetmiştir. Ayrıca otomatik kontrol laboratuvarlarını fakültede kuran da odur. Onun açtığı servomekanizm dersi, MIT ve Stanford Üniversitesi'nden sonra dünyada üçüncü olarak açılmıştır.



Bu anlamda elektrik teorisi ve endüstrisinin daha sonraki yıllardaki gelişimine en büyük etkide bulunmuş bilim insanlarımızdan biridir. O ayrıca Elektrik Fakültesi dekanlığı döneminde fakültenin bir bölümü olarak ülkemizin ilk meteoroloji mühendisliği bölümünü kurmuştur.



***



Kerim Erim: Einstein ile Bir Saat



Einstein ile ilk görüşen Türk bilim insanı Prof. Dr. Kerim Erim, Mühendis Mektebi Mecmuası'nda (Sayı 42, Kasım 1930, İstanbul) bu görüşmesini yayımladı. Osman Bahadır'ın yeni çıkan Kerim Erim kitabından aldığımız bu görüşmenin biraz Türkçeleştirilmiş özetini aşağıda sunuyoruz.



Stokholm'deki beynenmilel Mihanik (Mekanik) kongresinden dönerken Berlin'de Profesör Einstein'i ziyaret arzusunda idim. Bu maksat için Stokholm'deki kongreye katılan, tensor hesabatının kurucusu Profesör Levi Civita'dan bir mektup almıştım.



Öteden beri gayet basit, çekingen bir hayat yaşadığını da biliyordum. Binaenaleyh kendisini bulmak çok güçtü. Berlin büyük elçimiz Kemalettin Sami Paşa hazretleri büyük bir lütuf yaparak buluşmanın gerçekleşmesine yardımcı oldu. Berlin'e hemen yüz kilometre mesafede küçük bir köyün kenarında, orman yakınında bulunan villasında ne telefonu var ve ne de orada olduğundan kimsenin malumatı var...



Evvela Madam Einstein bizi çektiğimiz müşkülatı bilen bir tavır ile karşıladı. Hemen hizmetçi kız ile Profesör Einstein'e haber yolladı. Geçen sene bir telefonu olan villada oturduklarını, her gün her taraftan gelen telefonla fevkalade işgal edildiklerini, bu sene bu villada gayet sakin ve asude yaşayabilmeleri için katiyyen telefon almadıklarını ve hatta izlerini bile gizlemeye çalıştıklarını söyledi... Nihayet Profesör (Einstein) Aynştayn geldi. Evvela hangi lisanla konuşabileceğimizi sordu, Almanca olmasına memnun oldu. Kemalettin Sami Paşa profesörün davetine çok teşekkür etti.



ARTİST VE SANATKÂR ETKİSİ



Profesör Aynştayn resimlerinde görülen şekilde ve belki de daha yumuşak bir tesir yapıyor. Kendisi daha fazla bir artist, bir sanatkâr tesirini veriyor. Keten bir pantolon ve üzerine bir yün fanila giymişti. Ayağında çorapsız bir sandal vardı. Böylece villasında büyük bir samimiyet ve sadelik ile bizi kabul ediyordu.



Mühendis Mektebi'nde verilen dersin seviyesini anlatmak için, kendi esas eserinden başka, Weyl, Eddington, V. Laue, J. Becquerel...ve sairenin eserlerinin mehaz (kaynak) kabul edildiğini söyledim. Bunlar meyanında Eddington'un "Gravitation and Time, Space" namındaki kitabının sırf izahtan ibaret olduğunu ve fakat "The Mathematical Theory of Relativity" namında olan kitabının çok iyi olduğunu söyledi. Filhakika bunun Almanca tercümesinin sonunda Hamilton prensibinin tatbikatına dair Einstein'in bir yazısı vardır.. Fransızca kitaplardan J. Becquerel'in kitabının iyi ve basit bulunduğunu söyledim. "Evet" dedi, "Fakat bu kitabın mühim bir kısmı gayet ince bir zekâya malik olan meşhur fizikçi Langevin'e aittir.



Konuşmamız, bundan sonra, fizik âleminin en mühim meselesi olan illiyet-causalite prensibi üzerine avdet etti. Buna dair fikrini sordum.



"Malûm olduğu üzere yeni atom nazariyesinde şimdiye kadar ilmin temel taşı olan illiyet (causalite) prensibi sarsılmış bulunuyor. Bilhassa yeni dalga mekaniğinin kurucularından E. Schrödinger fizik kanunlarının istatistiki mahiyette bulunduğunu ve kanun dahilinde cereyanını tasavvur ettiğimiz hadiselerin sırf tesadüfi mahiyette olduğunu iddia ediyor. İlliyet prensibinden, her hadisenin hiç olmazsa fiziki hadiselerin bir sebebi bulunduğunu ve aynı koşullarda aynı sebeplerin, daima aynı neticeyi doğurmasını anlıyoruz."



...Mülakatımız bu esnada iken Madam Aynştayn bizi çaya davet etti... Her zaman neşeli ve dudağından tebessümü zail olmayan bu büyük âlim hayata, cemiyete ait her mesele ile canlı şekilde alakadar bulunuyordu. Daima nükteli tarzda fakat açık bir ifade ile tartışmalara iştirak ediyordu.



İSTANBUL'A BUYURUN!



Dünyanın birçok yerlerini gezdiğini anlatırken en ziyade kendisine tesir edenin çölün güzelliği ve çöldeki gurubun azameti olduğunu söyledi. Maalesef gerek İstanbul'u ve gerekse Avrupa medeniyetinin beşiği olan Yunanistan'ı görmediğini ilave etti. Sefir Paşa hazretleri, profesörün İstanbul'a seyahatini tertip ve hazırlamaya delalet edeceğini büyük bir samimiyetle teklif etti.



Her şeyi müsbet şekilde görmeye alışmış olan Paşa ileri giderek zamanın tayini meselesine geçti. Einstein atılarak teşekkür ettikten sonra "Biz şarklıyız, acele etmeyelim" dedi... Şuna dikkat ettim ki, Einstein bütün meselelerle canlı şekilde alakadar olmasına rağmen, daima yarı bir rüya halinde yaşayan, sanki yüksek ilahi bir muhitten inmiş bir mahluk hissini insanda uyandırıyordu. Böyle olmasına rağmen, sözü, hareketi, giyinişi hülasa bütün hayatı sade ve yakın olduğu gibi muamelesinde de çok mültefit, suni tevazudan, azametten, yapmacıklıktan ari olduğu bariz şekilde gözüküyordu. Bu da dehanın samimiyet, yakınlık ve sıcaklığını gösteren canlı, güzel ve teselli veren bir misaldi...



"YAPTIKLARIM KAĞIT SEPETİNE!"



Elektriğin mahiyetini araştırdığını söyledi. Mesela bir gün sonuçlara varır gibi olduğunu, fakat ertesi sabah diferansiyel denklemlerin çözümlerinin istenilene yeterli gelmediğini gördüğünü söyledi...



Böylece muhaveremiz devam ediyor ve saat yediye doğru ilerliyordu. Misafirperverliklerini kötüye kullanmamak üzere Kemalettin Sami Paşa müsaade talep etti... Gardroptan şapkayı almakta biraz gecikmiştim. Sefir Paşa, Profesör Einstein, Madam Einstein, refikam tarasada konuşuyorlardı... Profesör Einstein şu sözleri söylerken sohbete yetiştim: "Yaptıklarım kağıda geçiyor ve oradan da kâğıt sepetine gitmekten başka bir şeye yaramıyor." Madam Einstein, herkesin buna inanmadığını derhal ilave etti. Ben de herhalde beşeriyetin kendisine hizmeti dolayısıyla medyun (borçlu) olduğunu ve kendisinden daha çok şeyler beklediğini söyledim. Böylece bu büyük adamdan ve onun sakit (sessiz) yuvasından ayrıldık. Üzerimizde, bu büyük adam pek mütevazı ve samimi olmasına rağmen fevkalbeşer (insanüstü) bir tesir bırakmıştı. Kendimizi, onun yanında sanki arzdan ayrılmış başka seyyareye gitmiş ve oradan soyut olarak kainatı tetkik ediyor sanıyorduk.



***



Adnan Adıvar - Einstein Görüşmesi



A. Adıvar, matematikçi Kerim Erim'den (1894-1952) sonra Albert Einstein (1879-1955) ile görüşen ikinci Türk bilim adamıdır. 1946 yılında Princeton'da gerçekleşen bu görüşmeden sonra Adıvar izlenimlerini "Dur Düşün" kitabında Bir Adam Gördüm başlığıyla yayınladı (Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1950).. Bu metnin tamamını 980. sayımızda yayımlamıştık. Şimdi, Adıvar'ın yazının bir özetini sunuyoruz.



Princeton'un çok sakin bir caddesindeki beyaz boyalı, ahşap, bizim köşk dediğimiz tarzda bahçeli evler arasından gidiyorduk. Memleketimizin ve benim çok eski dostumuz merhum Dr. Gaites'in gelini bu evlerden birini işaret etti: "İşte Einstein burada oturur, yanındaki de bizim ev" deyince sevinçle sordum: "Onunla görüşüyor musunuz? "Evet, iyi bir komşudur" dedi.... Nihayet bir gün bana telefon ettiler: Einstein, sizi bugün çay vakti bekliyecek!...



...Mrs Gaites, beni kapıya kadar götürdü ve "kapıyı açacak olan Einstein'ın hemşiresidir haberiniz olsun" dedikten sonra açık kapının önünde duran kadına "İşte Doktor Adnan" dedi ve beni bıraktı.



Biraz sonra uzun beyaz saçlı bir büyük kafanın karşısında idim. Bir müddet birbirimize bakıştık; bu sırada dikkat ettim ki onun ayakları çıplaktır. Bana, kendisini hangi sıfatımla ziyaret ettiğimi sordu. "Sadece bir ilim talibi gibi" dedim. Onun, büyük fizikçi Philipp Frank 'ın yazdığı ilmi biyografisini okuduğumu söyledim. Gülerek, o eserden memnun olduğunu söyledi.



İlk olarak izafiyet nazariyesinin avamileştirmeye asla gelmeyen bir nazariye olduğuna inandığımı sıkılarak söyledim. Beni bu vadide konuşmağa teşvik edecek sözlerle taltif edince sıkılganlığım geçti. Yabancı aksanla ve fakat en doğru kelimeleri kullanarak ingilizce söylüyordu. Belki kendi diliyle konuşmağı tercih eder diye kendisinin de talebelik ettiği Zurich'te bir müddet çalıştığımı ve o zamanın meşhur talebe pansiyonu olan Phoenix'de kaldığımı söyledim. Gözleri parladı. Phoenix, Phoenix, dedi. Sonra Berlin'de hocam Kraus'un tıbdan felsefeye geçtiğini, benim de onun gibi tıbdan ilim tarihine geçmeğe çalıştığımı söyledim. Kraus'u çok değerli ve hür düşünen bir kafa olarak tanıyordu. Son zamanlarda kendisile çok temas ettiğini söyledi. Fakat yine İngilizce olarak:



"Haklısınız, bu yeni nazariyelerin (benim nazariyem demedi) anlaşılması güç olduğu gibi avamileştirilmesi de güçtür. Onları anlamak için evvelkileri iyice hazmettikten sonra daha yenilerine karşı bir açlık duymuş olmak lazımdır" dedi.



GEVREK KAHKAHASI



Bu sözleri söylerken yüzüme en tatlı bir bakışla bakan gözlere baktım. Karşısındaki insanın ta yüreğine işliyen ve baktıkça insanı alan bu gözleri, ben bir kere daha görmüşüm gibi geldi. Sonra buldum ki, o defa gördüğüm gözler bir sanatkarın gözleri idi; bunlar da bir âlimin gözleri. Acaba ilim ve sanat ruh âleminde birbirile birleşiyor ve o alemin pencerelerinden gelen aydınlığın şuaları hep aynı kudreti mi taşıyordu?



Nazariyesinin felsefesini yapan bir Alman filozofunun kitabı hakkında, müsaadesini dileyerek, fikrimi söyledim.



"Kendinizi üzmeyiniz, o izafiyet nazariyesini Kant'a bağlamaktan başka bir şey yapmış değildir," diye cevap verdi. O, benim anlatmak istediğimi bir cümle ile ne güzel ifade etmişti.



Musevi dini ile ilim arasındaki anlaşmazlık hakkında vaktiyle kendi söylemiş olduğu biraz karanlıkça bir cümlenin izahını rica ettim. Beni cidden büyük bir alime yakışacak vuzuhla tashih ve tenvir etti (aydınlattı)...



Tekaüt olarak çekildiği Institü'ye yine her gün muntazaman devam ettiğini işitmiştim. Kendi sözlerinden anladım ki mekanik, elektro-mağnetik bütün fiziki hadiseleri bir tek saha kanunu içine sokacak ve bütün nazariyeleri birleştirecek olan "Birleşik saha" nazariyesi üzerinde hala çalışmaktadır.... Çıkarken Einstein ikimizin de hâl ve şanına bakarak "Allahaısmarladık, ya bu, yahut öteki dünyada tekrar görüşürüz" dedi. Onun elini öpmek için garpta da bizde de olduğu gibi erkeklerin elini öpmek adeti olmasını ne kadar isterdim."



KAYNAK : HABER7.COM

352
Önemle ifade edelim ki, Cumhuriyet de Osmanlı da, iyisiyle kötüsüyle, Müslüman Türk milletinin malıdır. Bir insan ecdadını kötülemekle hiç bir yere varamaz. Tarihin her döneminde iyi şahsiyetler de kötü şahsiyetler de gelebilir. Ayrıca iyi şahsiyetlerin kötü ve yanlış tasarrufları ve kötü şahsiyetlerin de iyi ve güzel tasarrufları bulunabilir. Bir şeyi toptan reddetmek veya kabul etmek, aklın işi değildir.



İşte bu esaslar çerçevesinde, Mustafa Kemal’in başarılarını saymak, Sultân Vahidüddin düşmanlığı sayılmamalı; Sultân Vahidüddin’in yaptıklarını anlatmak da Mustafa Kemal düşmanlığı olarak görülmemelidir. Bu gözle bakıldığında, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve Sultân Vahidüddin’in şahsiyeti ile ilgili Cumhuriyet döneminde yazılanlar, çizilenler ve yapılan değerlendirmelerin tek taraflı olduğu hemen göze çarpacaktır. Biz, bunu yapmayacağız. Zaten bu kitabımızı da, Cumhuriyet ile Osmanlı’nın buluşacağı milli buluşma kitabı olarak görüyoruz. Ayrıca bizim için önemli olan, şahıslar değil, devlet ve milletin devam ve bekasıdır.



Bu genel esaslardan sonra şunları bilmekte yarar vardır:



1) Mustafa Kemal ve onun silah arkadaşları, tamamen Osmanlı generalleridirler. Hele Mustafa Kemal, Sultân Vahidüddin Hân’ın hem şehzâdeliğinde ve hem de padişahlığında yaverliğini yapmış bir Osmanlı subayıdır.



2) Kuvay-ı Milliye’nin tohumları, Kasım 1918’de müttefik düşman filolarının Boğaz’a girmesiyle atılmıştır. Kuvay-ı Milliye bir şahsın değil, bir milletin eseridir. Bu milletin içinde Mustafa Kemal de vardır, Sultân Vahidüddin de vardır. Düşman toplarının Saray’a çevrildiğini gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları, bütün gayretlerini, Anadolu’ya gönderilecek bir komutanla bağımsızlık tohumlarının yeşertilmesi için harcamışlardır. Nitekim Osmanlı kurmayları Mart 1919’un bir gecesinde Erenköy’de yaptıkları bir toplantıda liderliğin Nuri Paşa’ya mı, Miralay Re’fet Bey’e mi yoksa Çanakkale’de göz dolduran Mustafa Kemal’e mi verileceğini tartışmışlardır. Sadrazam, Mustafa Kemal Paşa’yı Padişah’a götürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Sami Bey ve Harbiye Nâzırı Şâkir Paşa, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetçi olduğunu ve Hânedânı devre dışı bırakabileceğini hatırlatmışlarsa da, Padişah önemli olanın Hânedân değil vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar altında 9. Ordu Kıtaları Müfettişi kisvesiyle Anadolu’ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultân Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir. Bunun üzerine Sultân Vahidüddin, İngilizleri de Mustafa Kemal konusunda ikna etmiştir. 6 Mayıs 1919 tarihli Mustafa Kemal’in yetkilerini belirten Tâlimat hemen yayınlanmıştır. Tam bir diplomasi oyunu oynanmaktadır. Bandırma Vapuruna Mustafa Kemal ile birlikte kimlerin bineceği tesbit edilmiş ve bunların vizeleri temin edilmiştir. Bütün bunlar, Sultân Vahidüddin’in emriyle olmuştur. Her türlü masraf, Padişahın özel imkânları ve gizli ödenekten karşılanmaktadır.



Mustafa Kemal, 15 Mayıs 1919’da Sultân Vahidüddin ile yaptığı son görüşmede, Sultân’ın kendisine ‘Paşa, Paşa, Şimdiye kadar devlete çok hizmet yaptın. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin’ dediğini bizzat Mustafa Kemal nakletmektedir.



Mustafa Kemal, 16 Mayıs sabahı Osmanlı Devleti’nin temin ettiği Bandırma Vapuruna binmeden evvel, önce Osmanlı kurmaylarıyla görüştü ve onlardan milli bir idare kurulması konusunda tavsiyelerini aldı. Buradan son defa görüşmek üzere Yıldız Sarayı’na geldi. Padişah’ın “Cenab-ı Allah muvaffak etsin” sözlerinden sonra, Mustafa Kemal, “Bazı fesâd ehlinin kendisi hakkında yanlış şeyler nakledebileceklerini ve bunlara inanıp sadakatinden şüphe etmemesini arz eyledi”. 16 Şa’ban 1338/16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal yolda iken, onun Yetki Tâlimatnâmesi, Meclis-i Vükelâ’da ittifakla kabul edildi. İlk dönem masraflarının tamamı örtülü ödenekten karşılanmak üzere karar alındı. Arşiv vesikalarından anlıyoruz ki, Mustafa Kemal Paşa’nın yeni bir devlet kurması için her türlü tedbir alınmış ve hatta görev alanında meydana gelen her çeşit önemli gelişme ile ilgili Osmanlı hükümeti tarafından kendisine şifre ile bilgi verilmiştir. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında, halkın gösterdiği büyük alaka üzerine, İngilizler, Osmanlı Devleti tarafından başka maksatla gönderildiği konusunda ciddi manada şüphelenmişlerdir.



16 Mart 1920’de İstanbul Mütâreke şartlarına aykırı olarak işgal edildiğinde, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da toplanmıştır. Ancak Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri, Anadolu’da meydana gelen gelişmeler ve Rauf Bey gibi bazı farklı görüşlere sahip şahsiyetlere rağmen Mustafa Kemal’in Cumhuriyet istemesi, tek taraflı olarak Mustafa Kemal ile Sultân Vahidüddin’in arasını açmıştır. 1920 ila 1922 tarihleri arasında, fiilen idare Büyük Millet Meclisinde olmasına rağmen, Sultân Vahidüddin Kuvay-ı Milliye ve Büyük Millet Meclisi aleyhine bir tek şey yapmamıştır. Bilakis İşgal Kuvvetlerini yatıştıracak bazı tasarruflar dışında, gizlice ve imkânlarının ölçüsü nisbetinde onların işlerini kolaylaştıracak desteklerde bulunmuştur. Ankara’daki yayın organlarının bütün aleyhteki yayınlarına ve Damad Ferid Paşa’nın İngilizler nezdindeki bazı girişimlerine rağmen, onu hiç bir kuvvet Anadolu’nun bağımsızlığı aleyhine geçirtememiştir. Hatta Balıkesir Valiliğinin Kuvay-ı Milliye’ye yardım edenlerin cezalandırılıp cezalandırılmayacağı konusunda Dâhiliye Nezâretine yazılan bir yazının cevabında cezalandırılmaması tâlimatı verilmiştir. Dolayısıyla Sultân Vahidüddin vatan hâini değil; vatanın istiklali için tacını ve tahtını terk eden bir vatanperverdir. Bütün gayretlerine rağmen İstanbul’u işgalden kurtaramayınca, Kuvay-ı Milliye’ye de köstek olmamıştır. İstanbul’u terk ettikten sonra, İngilizler ve İtalyanlar, bütün gayretleriyle onun taşıdığı hilâfet sıfatını Anadolu’daki Kuvay-ı Milliye aleyhine kullanmak istemişlerse de, Sultân Vahidüddin’in iman kuvveti ve vatan sevgisi buna mani olabilmiştir.



3) Bu anlattıklarımızın en büyük delili, bazı ifadeleri, sürgündeki insanın halet-i ruhiyesine aksetmiş olsa bile, yetmiş sene sonra kısmen yayınlanan hatıralarındaki şu satırlardır (Murad Bardakçı’nın eserinden sadeleştirerek veriyoruz):



“Mütâlaalarından ortaya çıkacağı gibi, Mütâreke günlerinde (1918) I. Cihan Harbinin neticelerinden sorumlu olan suçlulardan (Devleti harbe sokan İttihâdcıları kasdetmektedir) bana miras kalan ve birbirini takip eden musibetlere karşı, sadece ve sadece şahsımı siper eyledim.

Aslında bir taraftan tehlikeli bir yerde kalan hilâfet merkezinde savaştan galib çıkan İ’tilâf Devletleri ile yüz yüze olmak ve onlar tarafından sıygaya çekilmek ve diğer taraftan Anadolu’yu istila eden Yunanlılara mukabele için mümkün ve mahrem vasıtalarla Anadolu’ya memur eylediğimiz Yâverlerimizden Mustafa Kemal’in ihâneti ve bize karşı takındığı isyankâr tavrı karşısında kalmıştım.



Bununla beraber aziz vatanımın menfaatleri için Kuvay-ı Milliye’nin sonradan şekil ve mahiyetinin değişeceği hususunda bende meydana gelen fikir ve kanaatlerime rağmen, yine fedâkârlık mesleğini tercih ve takip eyledim. Sırf bu sebep ve hikmet ile, millî gayelere itâatkâr kabineleri iktidara getirdim ve senelerce Kuvay-ı Milliyeyi takviye ettim ve gelişmesi için çalıştım.



Anadolu Zaferinin ne gibi tehlikeli şartlar altında tarafımızdan hazırlandığını gösteren belgeler ile Anayasa gereği saltanat makamının korunacağını tasvir eden diğer mühim evrak tesbit edilerek derlenmiş olduğundan, bunların dahi zamanı gelince umumi efkâra açıklanarak, İslâm’ın hizmetkârı veyahut yıkıcısı olanların teşhir ve tayin edileceğini temin eylerim”.



Nitekim vefâtını duyan Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözleri de, bu cümleleri destekler mahiyettedir: “Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi, Topkapı Sarayı’nın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup dönerdi ki..”



Bu söylediklerimizin her satırı, arşiv belgelerine ve muteber kaynaklara dayanmaktadır. Tarihi düzeltmenin kimseye zarar vermeyeceğini düşünüyoruz.[1]





[1]- BA, DUİT, 76/3, Gömlek 65 (Mustafa Kemal Paşa bin Ali Rıza’ya Osmanî Nişanı verilmesi); DH-ŞFR, Dosya: 98, Belge nr. 98, Dosya: 99, Belge: 137, 231, 308, 328, 375, 387; Dosya: 101, Belge: 6; Dahiliye Nezâreti Umûr-ı Mahalliye ve Vilâyât Müdiriyeti Kalemi Analitik Envanteri (DH-UMVM), Dosya: 6/2, Belge: 40, 42; Dosya: 11/45-21, Belge: 1-68; DH-KMS, Dosya: 62, Belge: 8; Bardakçı, Murad, Şahbaba, Osmanoğullarının Son Hükümdarı VI. Mehmed Vahidüddin Han’ın Hayatı, Hatırları ve Özel Mektupları, İstanbul 1998, sh. 413, 416 (Bu sayfanın tamamı için bkz. sansürsüz 1. Baskı); Ayrıca kitabın tamamı, bu verdiğimiz cevabın en kuvvetli delilidir; Özsoy, Osman, Saltanat’tan Cumhuriyet’e Giden Yolda Kurtuluş Savaşı’nın Perde Arkası, sh. 127-148. Diğer kaynaklara bu zikrettiğimiz kaynaklardan ulaşmak mümkün olduğundan daha fazla ayrıntıya girmek istemiyoruz.

353
Dev Atatürk Puzzle'ı yapılıyor



"Cumhuriyetin bölünmez bütünlüğü"nü vurgulamak amacıyla 30 bin parçadan oluşan dev "Atatürk puzzle"ının yapımına başlandı.







Otuz kişilik gönüllü grubun desteğiyle Armada Alışveriş Merkezinde yapılacak "puzzle"ın ilk parçasını Atatürk'ün manevi kızı Ülkü Adatepe koydu.



Genelkurmay Başkanlığı'nın, özel izniyle diası çekilerek proje için hazırlanan ve halen Anıtkabir Kurtuluş Savaşı Müzesinde sergilenen, "Mustafa Kemal Paşa'nın TBMM'den cepheye uğurlanışı" isimli tablo, puzzle olarak hazırlandı.



Alışveriş merkezinin, zemin katında start verilen ve 16 günde bitirilmesi tamamlanan dev "puzzle"ın yapımında, 30 kişilik gönüllü ekip görev alacak. Puzzle, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'na kadar bitirilecek.



Yapılacak açık artırmada satılması planlanan puzzle tablodan elde edilecek gelir, TEV'e bağışlanacak.



kaynak: internethaber.com

354
Atamızın çok güzel fotolarını slayt haline getirdikleri videoyu sizlerle paylaşmak istedim.



Çok güzel bir video gerçekten.Atam İzindeyiz....




355
Bizi AB Kapısında Rezil Edenlere İthaf Ediyoruz(!)




356
AB uyum yasaları sürecinde böyle bir durum varmış galiba kulaktan dolma bir bilgi geldi konu hakkında bilgisi olan var mı?

357
ATATÜRK FOTOĞRAFLARI KALDIRILIYOR!!!

AB Uyum yasalari geregince devlet dairelerinden Ataturk resimlerinin kaldirilmasini protesto ediyoruz. Milli bilincimizi yavas yavas yoK etmelerine  izin vermeyelim. (ATATÜRKe saygiduyorsanız) Bir Kanaltürk yazarininATATÜRKÇÜLÜK'le ilgili yazisina bölücü okur Tarafindan "topu topu 20bin Atatürkçü var" diyerek tepki (!) gösterilmis. Lütfen asagidaki linke tiklayin ve gerçekte kaç kisi oldugumuzu Ispatlayalim. En fazla 30 saniyenizi alir amaç 60 milyona ulasmak!





Sayfa: 1 ... 20 21 22 ... 99