Forum Zero
ForumZero

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Zero

Sayfa: 1 ... 11 12 13 ... 99
188
TURKCELL MUSTAFA FİLMİNE SPONSOR OLMAKTAN NEDEN VAZGEÇTİ ?



Can Dündar'ın yazıp yönettiği Mustafa filmiyle ilgili bir sponsorluk skandalı iddiası gündeme bomba gibi düştü.



Vatan Gazetesi'nden Ercan İnan'ın haberine göre Turkcell, Mustafa filmine 350 bin euro vererek sponsor olmayı önce kabul etti, sonra aniden sponsorluktan vazgeçti. İddiaya göre sponsorluktan vazgeçmesinin nedeni ise şöyle:



Turkcell yönetimi "bizim her kesimden müşterimiz var, bu filme sponsor olursak bir kesimi karşımıza alabiliriz" dedi.



SEHİTLERİMİZİ PARADAN DAHA ÖNEMLİ GÖRÜYORLAR !!!

YAZIK ONLARA DESTEK VERENLEREDE ONLARIN GİBİ DÜŞÜNENLEREDE !!!

189
Turkcell "Bazı müşterilerimizi karşımıza alamayız" diyerek filme sponsor olmadı.



Vatan Gazetesi Yazarı Ercan İnal Turkcell'in şaşırtan kararını köşesine taşıdı:



Turkcell neden Mustafa filmine sponsor olamadı?



Bu yıl, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 70’inci ölüm yıldönümü. Bugüne kadar Atatürk ile ilgili yapılmış film ya da belgesellerde, hep kahraman bir lider gösterildi. Atatürk yüceleştirilirken, insan yönünü toplum olarak atladık. Türk şairi, edebiyatçısı, romancısı da atladı.



Can Dündar’ın ‘Mustafa’ filmi işte böyle bir boşluktan çıktı. O yüzden de adı Atatürk değil, Mustafa oldu.



Dündar, “Mustafa” projesine start verdiğinde filmine sponsor arayışına girdi.



Turkcell, sponsorluk teklifine olumlu yanıt verdi. Can Dündar ile Turkcell yetkilileri arasında toplantılar yapıldı ve el sıkışıldı. Edindiğim bilgilere göre Turkcell bu projeye yaklaşık 350 bin euroluk bir destek vermeyi kabul etti.



Ancak film bittikten sonra ilginç bir gelişme yaşandı.



Turkcell’in CEO’su Süreyya Ciliv, filmin bir kopyasını istedi.



“Sponsoru olduğumuz filmi izlemek istiyoruz. Bu konuda yönetimdeki diğer arkadaşlarımızın da görüşünü almak istiyorum” dedi.



Filmin bir kopyası Turkcell’e gönderildi. Turkcell üst yönetimi filmi izledi.



Filmi izlendikten sonra ani bir kararla Turkcell filme sponsor olmaktan vazgeçti.



Can Dündar’a sponsorluktan çekilme nedenine dair herhangi bir açıklama yapılmadı.



Ancak Turkcell yönetiminde filmi izledikten sonra ortaya çıkan ve sponsorluktan da geri adım atılmasına neden olan görüş şuydu: “Bizim Turkcell olarak toplumun her kesiminden müşterimiz var. Böyle bir filme sponsor olarak müşterilerimizin bir kısmını karşımıza alma riskini üstlenemeyiz.”



İnsanın inanası gelmiyor ama ne yazık ki Turkcell ve Mustafa filminin yöneticileri arasında iplerin kopmasına, Turkcell yönetiminde ortaya çıkan bu görüş neden oldu.



Filmin senaristi ve yönetmeni de olan Can Dündar, Turkcell’in son saniye golü ile zor duruma düşmüştü. Neyse ki devreye Sabancı Holding girdi. Can Dündar ile görüşen Güler Sabancı, Mustafa filmine, Holding olarak sponsor olmayı kabul etti. Yine edindiğim bilgilere göre Sabancı Holding’in filme sponsorluk katkısı yaklaşık 300 bin euro civarında olacak.



Yarın vizyona girecek Mustafa filmini görmek için, umuyorum ki milyonlarca Türk izleyici sinema salonlarına koşacak ve yine umuyorum ki Mustafa filmi, Sabancı Hloding’in katkıları ile bir Recep İvedik’ten daha fazla seyirci toplayacak.

190
sadece bir tane yapabildim ama indirmenizi tavsiye ederim.

 




191




Atatürk hakkında fıkra anlatan Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik'e 1 yıl 3 ay hapis cezası verildi.

Atatürk'e ’şekerli kahve’ fıkrasıyla hakaret ettiği iddiasıyla Büyükçekmece 3 Asliye Ceza Mahkemesi’nde 1 yıldan 3 yıla kadar hapis istemiyle yargılanan Mimarsinan Belde Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik, 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.



Bozgeyik’in cezası daha sonra da beş yıl süreyle ertelendi. Büyükçekmece 3. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki karar duruşmasına sanık Cuma Bozgeyik katılmadı. Büyükçekmece Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanan iddianamede, Bozgeyik’in, Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’un 1. maddesi uyarınca, "Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret ettiği ve sövdüğü" gerekçesiyle 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasına çarptırılması istenmişti.



Bozgeyik beş yıl içerisinde herhangi bir suç işlerse, bu davadan aldığı 1 yıl 3 ay hapis cezası da infaz edilecek. Cuma Bozgeyik, 2007 yılı başlarında Selanik’e düzenlenen bir gezide ceza yediği Atatürk fıkrasını anlatmış ve gazetelere haber olmuştu. AKP’den seçilen Bozgeyik, fıkra olayının kamuoyundan tepki alması üzerine partisinin disiplin kurulu tarafından ihraç edilmişti.







Güncel.net

192
'Atatürk'e 'Beton Kemal' derdi'  

 

Ergenekon soruşturmasını yürüten Savcı Zekeriya Öz hakkında şok iddialar!





Aydınlık Dergisi, yeni sayısında Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’ün 'bilinmeyen 4 yılını' sayfalarına taşıdı. Dergi, Zekeriya Öz’le ilgili hazırladığı dosyada çok çarpıcı iddiaları gündeme getiriyor. Buna göre Öz’ün ilk görev yeri bilinenin aksine Bitlis’in Mutki ilçesi değil. Dergi, Ergenekon Savcısı Öz’ün Aydın’ın Çine ilçesinden Mutki’ye sürgün edildiğini söylüyor. Ve bunu da Resmi Gazete ile belgeliyor.



Savcı Öz'ün teyzesinin oğlu olduğu iddia edilen Seyfullah Vatansever'in Öz için, 'Savcı olduğunu duyunca çok şaşırdım. Atatürk adını ağzına almaz, “beton Kemal” ifadesini kullanırdı' sözleri de dergide yer almakta.



İşte Aydınlık’ta yayınlanan o haber:



'KIDEMLİ SAVCIYA ÇİRKİN TEKLİF'



Yıl 1995, Çine Adliyesi, Bütün adliyelerde olduğu gibi, faks ve adli sicil kaydı yaptıran yurttaşların ödediği paralar Çine Adliyesi’nde de Adaleti Güçlendirme Vakfı’na aktarılıyordu.



Zekeriya Öz, bir gün dönemin kıdemli savcısı Ayhan Uğurdan’ın kapısını çaldı.



Savcı Öz, Vakfa aktarılan paranın bir bölümünü “paylaşma” teklifinde bulunuyordu!



Kıdemli Savcı, çirkin teklife büyük tepki gösterdi. Kıdemli Savcı Ayhan Uğurdan, Zekeriya Öz’ü Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na şikayet etmeyi de ihmal etmedi. Sonunda hem Zekeriya Öz hem de Kıdemli Savcı Ayhan Uğurdan soruşturma geçirdi.



Zekeriya Öz, Çine’den Bitlis Mutki’ye sürüldü. Ayhan Uğurdan ise uğradığı haksızlığa dayanamayıp görevinden istifa etti.



Zekeriya Öz’ün vukuatları bununla bitmiyor. Hakkındaki soruşturma tamamlanıp sürgün cezası yiyene kadar Savcı Öz, yeni skandallarla Çine’yi sarsmaya devam etti…



RESMİ GAZETEDE DE YAZILI



Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’ün savcılıkta ilk dört yılı böyle geçti.



Fethullahçı medya tarafından titizlikle sürdürülen “İlk görev yerim Mutki” yalanıyla örtülmek istenen gerçekleri, böylece açığa çıkarmış oluyoruz.



Zekeriya Öz, Mutkiye’ye tayin olmadı, Çine’den sürgün gitti!



Mutki’nin Zekeriya Öz’ün ilk görev yeri olmadığı, Mutki’ye Çine’den gittiği, 2 Temmuz 1998 tarihli ve 23390 sayılı Resmi Gazete ‘de de yazılı. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanlığı tarafından yapılan atama kararlarının beşinci sayfasında şöyle yazıyor: “Mutki Cumhuriyet Savcısı 35837 Zekeriya Öz”.



ADALET BAKANLIĞI’NIN AYDINLIK’A YANITI



Aydınlık, 28 Temmuz’da Adalet Bakanlığı’na savcı Zekeriya Öz’ün “hangi tarihte, nerede göreve başladığını ve nerelerde görev yaptığını” sordu. Adalet Bakanlığı da “kamusal gizlilik ve kişisel gizlilik ve kişisel gizlilik sorularımızı yanıtsız bıraktı.



ÇİNELİLER: PARAYA ZAAFI VAR



Zekeriya Öz, adan 10 yıl geçmesine rağmen Çine’de adliye, polis ve işadamları çevreleri tarafından çok iyi tanınıyor.



Çineliler bu olayları Aydınlık’a anlatırken, Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz hakkında şu sıfatları kullanıyorlar:



-“Doğru adam değildir.”



-“Paraya zaafı vardır.”



-“Para Zekeriya Öz’ün her şeyidir!”



Çinelilerin anlattığına göre, Zekeriya Öz Çine savcısıyken kanuna aykırı olduğu halde ticaretle uğraştı. Merkezi Çine’de bulunan “İstanbullular Nakliyat” isimli bir firma ile araba alım satım işlerine girdi…



ATATÜRK’TEN “BETON KEMAL” DİYE SÖZ EDERDİ”



Öz, 1951’de Bulgaristan’dan Bursa’ya göç eden 8 çocuklu mutaassıp bir ailenin tek erkek çocuğu. 1968 doğumlu.



Teyze oğlu Seyfullah Vatansever, Zekeriya Öz’ün İmam Hatip (İHL)’te okuduğu yıllarda Fethullah tarikatı tarafından “devşirildiğini” anlatıyor. Zekeriya Öz, o yıllarda Fethullah Gülen’in finanse ettiği Yeşilırmak Dershanesinde eğitim gördü. Kurban Bayramı’ında vatandaşlardan kurban derileri toplar, Fethullahçıların vakfına verirdi.



Öz’ün çocukluğu ve gençliği, Bursa- Yalova-İstanbul hattında geçti.



Zekeriya Öz, 1997’de Hakimlik ve Savcılık Sınavı’nı kazandıktan sonra, Aktüel dergisine verdiği bilgiye göre, Bursa Barosu’ndaki kaydını sildirip 35837 sicil numarasıyla savcı oldu. Mutki’de 2 yıl görev yaptıktan sonra, Balıkesir Bigadiç’e atanıyor. 2004’ten sonra da İstanbul Ümraniye’ye ve sonra da Beşiktaş’ta eski adıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri, yeni adıyla özel yetkilendirilmiş Ağır Ceza Mahkemeleri’ne “özel olarak” tayin ediliyor.



Teyzesinin oğlu Seyfullah Vatansever, Zekeriya Öz için “Atatürk adını ağzına almaz, “beton Kemal” ifadesini kullanırdı…Savcı olduğunu duyunca çok şaşırdım. Hala da şaşkınım.”



Zekeriya Öz, 4 CIA ajanını Saka ile görüştürdü



Savcı Öz’ün Ergenekon’dan önce baktığı en önemli soruşturma, El Kaide’nin Avrupa, Türkiye, İran, Suriye, Pakistan sorumlusu “Louai Saka “davasıydı. Zekeriya Öz, İsrail gemisine saldırı hazırlığı yaparken yakalanan El Kaide’ci Saka hakkında hazırladığı iddianameyle dikkatleri üzerine çekti. Savcı Öz, HSBC Bank, İstanbul’daki İngiliz Başkonsolosluğu ve sinagogları bombalayan eylemciler Azad Ekinci ve Abdülkadir Karakuş’un Suriye’ye Sakka’nın yanına gittiğini belirledi. Öz, Sakka’ya müebbet hapis talep etti. Zekeriya Öz, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri süikastiyle Sakka’nın bağlantısını araştıran Birleşmiş Milletler Soruşturma Komisyonu’na da bilgi verdi. Louai Sakka, ABD’deki ünlü ikiz kulelere yönelik büyük eylemi gerçekleştiren militanları Yalova’daki terörist kamplarında eğittiğini de daha sonra açıklamıştı.



Tarih:15 Kasım 2005. Yer: İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı. CIA uçağı Türkiye’ye Louai Sakka için geldi. Bu uçağın geliş nedeni sonradan ortaya çıktı.



Sakka’nın avukatı Osman Karahan’ın verdiği bilgiye göre, “4 CIA ajanı Kandıra F Tipi Cezaevi’nde Sakka ile görüştü.”CIA akanlarının cezaevine girişleri için izni veren de Savcı Zekeriya Öz.



Ayrıntıları Avukat Karahan’dan dinleyelim: “Uçak olayından önce 2 defa müvekkilimle görüşen yabancılar, Sakka’ya Suriye aleyhinde ifade vermesi halinde o dönemde havalimanında bekleyen uçakla dünyanın istediği yerine götürme vaadinde bulundular. İlk görüşmeden kısa bir süre sonra 2 si Türk 4 kişinin Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’nde görevli Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’den aldıkları yazılı bir belge ile cezaevine geldiler. Sakka ile 4 saat süren bir görüşme olmuş. Gelenlerden Türkçe konuşan 2’si kendilerini emniyet görevlisi olarak tanıtmış. Benzer önerileri sıralamışlar. Sakka, hiç konuşmayan diğer 2 kişiden şüphelenerek, “Bunlar Türk değil mi?” diye sormuş. Diğerleri “Onlar da Türk” diye cevaplamışlar. Ancak, bu kişilerin konuşmaları diğerlerinin kulağına aktardığını görünce sinirlenmiş “Bunlar CIA ajanı” diye bağırmış. Gerginlik yaşanması üzerine bu kişiler “ Seninle nasıl burada görüşüyorsak, gücümüzü biliyorsun. Ay’a da gitsen seni infaz ederiz’ diye tehdit etmişler.”



Aydınlık, 9 Aralık 2007’de “4 CIA Ajanı El Sakka’yla F Tipinde” görüştü başlığıyla çıkmıştı. Sakka’nın avukatı olayın tüm ayrıntılarını Aydınlık’a açıklamıştı.



Kaynak: VATAN

193


The Economist dergisi, "Atatürk, yüzlerce Ermeni kadın ve çocuğu, toplu katledilmekten kurtardı" diye yazdı. Üstelik yazıyı, Erivan’daki Ermeni soykırımı müzesince toplanan ve müdürü Hayk Demoyan’ın ortaya koyduğu belgeye dayandırdı.



The Economist dergisi, Erivan’daki “Soykırım” müzesindeki belgelere dikkat çekerek “Modern Türkiye’nin babası Kemal Atatürk, birinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında yüzlerce Ermeni kadın ve çocuğu, Osmanlı kuvvetleri tarafından toplu olarak katledilmekten kurtardı” diye yazdı.

 İngiliz dergisi, son sayısında Türkiye ile Ermenistan’ın yakınlaşma çabalarını değerlendirdiği “Dost ve Komşu” başlıklı analizinde “İki tarihi düşman” arasındaki ilişkilerde iyileşme umudunun doğduğunu vurguladı. Analizin başında Atatürk’ün Ermenilere yönelik tutumuna dikkat çekerek şunları yazdı:



“Modern Türkiye’nin babası Kemal Atatürk, birinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında yüzlerce Ermeni kadın ve çocuğu, Osmanlı kuvvetleri tarafından toplu olarak katledilmekten kurtardı. Şimdiye kadar anlatılmayan ve herhalde bugünkü Türklerin birçoğu için bir sürpriz olacak bu hikaye, Erivan’daki Ermeni soykırımı müzesince toplanan ve müdürü Hayk Demoyan’ın ‘yakında sitemizde açıklanacak’ diye söz verdiği birçok belgeden biridir.”



Dergi, bu projenin Türkiye ile Ermenistan arasında değişen ilişkilerin yeni bir örneği olduğunu belirtirken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dünya kupası elemeleri çerçevesindeki iki ülke milli takımları arasında oynanan maçı izlemek üzere Erivan’a gittiğine dikkat çekerek Gül’ün Ermenistan’ı ziyaret eden ilk Türk devlet başkanı olduğunu vurguladı.



SINIR AÇILMASI BEKLENTİSİ DOĞDU



Gül’ün Erivan’a gitme kararının Türkiye’nin Ermenistan ile diplomatik ilişkileri kurabileceği ve sınırını açabileceği beklentilerine neden olduğunu kaydeden dergi, iki ülke Dışişleri Bakanları’nın New York’taki görüşmesine dikkat çekti. Analizde “Ermenistan da, Türkiye’nin sınırlarını tanımaya ve Osmanlı dönemindeki Ermenilerin kaderini araştıracak bir tarihçiler komisyonunun kurulmasına izin vermeye söz veriyor” denildi.



BARIŞMA KAFKASLAR'DA GÜÇ DENGESİNİ ETKİLEYEBİLİR



The Economist, Türkiye ile Ermenistan’ın barışması halinde bunun Kafkaslar’daki güç dengesini etkileyebileceğine işaret ettiği analizinde Rusya’nın Ermenistan’ın en yakın müttefiki olduğunu, ülkedeki iki üssü ve 2 bin kadar asker bulundurduğunu anımsattı.



Gürcistan’daki savaşın Ermenistan’ın tutumunu gözden geçirmeye zorlandığını kaydeden dergi, ülkenin ticaretinin yüzde 70’inin Gürcistan üzerinde yapıldığını ve Rusya’nın bombardımanı sırasında altüst olduğunu belirtti.



Türkiye ile barışmanın Ermenistan için yeni bir kapı açacağı belirtilen analizde bazı uzmanlarının da bunun da Gürcistan’a daha çok baskı yapılmasına olanak sağlayacağı için Rusya’yı memnun edeceğini düşündüklerine işaret etti.



DİASPORA MUTSUZ



İngiliz dergisi, Ermenistan ile barışmanın Türkiye’nin bölgesel gücünü artıracağını belirtirken de şu değerlendirmeyi yaptı:



“Amerikan Kongresince sunulan ve 1915 yılındaki Ermenilerin katliamını soykırım olarak adlandırmaya çağıran bir karar tasarısına etkisiz hale getirilmesine katkısı da olabilir. Bu da, soykırımın tanınması için kampanya yapan Ermeni diasporasını mutsuz ediyor. Bazıları da, Türkiye’yi aklanmak için tarihin yeniden yazılmasına amaçlayan bir ‘Türk tuzağı’ndan söz ediyor. Gerçekten, Türkiye’deki şahinler, soykırımdan söz etmekten vazgeçmesi için Ermenistan’a baskı yapıyor”.



Türkiye’deki “şahinler”in Ermenistan ile ilişkilerin iyileştirilmesinin Yukarı Karabağ sorununda ilerlemeye bağlanmasını istedikleri belirtilen analizde “Ancak en azından Sayın Gül, yolunu sürdürmeye kararlı görünüyor” denildi.

ForumTR üyesi olmak için tıklayınız][/url][/b]

194


The Economist dergisi, "Atatürk, yüzlerce Ermeni kadın ve çocuğu, toplu katledilmekten kurtardı" diye yazdı. Üstelik yazıyı, Erivan’daki Ermeni soykırımı müzesince toplanan ve müdürü Hayk Demoyan’ın ortaya koyduğu belgeye dayandırdı.



The Economist dergisi, Erivan’daki “Soykırım” müzesindeki belgelere dikkat çekerek “Modern Türkiye’nin babası Kemal Atatürk, birinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında yüzlerce Ermeni kadın ve çocuğu, Osmanlı kuvvetleri tarafından toplu olarak katledilmekten kurtardı” diye yazdı.

 İngiliz dergisi, son sayısında Türkiye ile Ermenistan’ın yakınlaşma çabalarını değerlendirdiği “Dost ve Komşu” başlıklı analizinde “İki tarihi düşman” arasındaki ilişkilerde iyileşme umudunun doğduğunu vurguladı. Analizin başında Atatürk’ün Ermenilere yönelik tutumuna dikkat çekerek şunları yazdı:



“Modern Türkiye’nin babası Kemal Atatürk, birinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında yüzlerce Ermeni kadın ve çocuğu, Osmanlı kuvvetleri tarafından toplu olarak katledilmekten kurtardı. Şimdiye kadar anlatılmayan ve herhalde bugünkü Türklerin birçoğu için bir sürpriz olacak bu hikaye, Erivan’daki Ermeni soykırımı müzesince toplanan ve müdürü Hayk Demoyan’ın ‘yakında sitemizde açıklanacak’ diye söz verdiği birçok belgeden biridir.”



Dergi, bu projenin Türkiye ile Ermenistan arasında değişen ilişkilerin yeni bir örneği olduğunu belirtirken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dünya kupası elemeleri çerçevesindeki iki ülke milli takımları arasında oynanan maçı izlemek üzere Erivan’a gittiğine dikkat çekerek Gül’ün Ermenistan’ı ziyaret eden ilk Türk devlet başkanı olduğunu vurguladı.



SINIR AÇILMASI BEKLENTİSİ DOĞDU



Gül’ün Erivan’a gitme kararının Türkiye’nin Ermenistan ile diplomatik ilişkileri kurabileceği ve sınırını açabileceği beklentilerine neden olduğunu kaydeden dergi, iki ülke Dışişleri Bakanları’nın New York’taki görüşmesine dikkat çekti. Analizde “Ermenistan da, Türkiye’nin sınırlarını tanımaya ve Osmanlı dönemindeki Ermenilerin kaderini araştıracak bir tarihçiler komisyonunun kurulmasına izin vermeye söz veriyor” denildi.



BARIŞMA KAFKASLAR'DA GÜÇ DENGESİNİ ETKİLEYEBİLİR



The Economist, Türkiye ile Ermenistan’ın barışması halinde bunun Kafkaslar’daki güç dengesini etkileyebileceğine işaret ettiği analizinde Rusya’nın Ermenistan’ın en yakın müttefiki olduğunu, ülkedeki iki üssü ve 2 bin kadar asker bulundurduğunu anımsattı.



Gürcistan’daki savaşın Ermenistan’ın tutumunu gözden geçirmeye zorlandığını kaydeden dergi, ülkenin ticaretinin yüzde 70’inin Gürcistan üzerinde yapıldığını ve Rusya’nın bombardımanı sırasında altüst olduğunu belirtti.



Türkiye ile barışmanın Ermenistan için yeni bir kapı açacağı belirtilen analizde bazı uzmanlarının da bunun da Gürcistan’a daha çok baskı yapılmasına olanak sağlayacağı için Rusya’yı memnun edeceğini düşündüklerine işaret etti.



DİASPORA MUTSUZ



İngiliz dergisi, Ermenistan ile barışmanın Türkiye’nin bölgesel gücünü artıracağını belirtirken de şu değerlendirmeyi yaptı:



“Amerikan Kongresince sunulan ve 1915 yılındaki Ermenilerin katliamını soykırım olarak adlandırmaya çağıran bir karar tasarısına etkisiz hale getirilmesine katkısı da olabilir. Bu da, soykırımın tanınması için kampanya yapan Ermeni diasporasını mutsuz ediyor. Bazıları da, Türkiye’yi aklanmak için tarihin yeniden yazılmasına amaçlayan bir ‘Türk tuzağı’ndan söz ediyor. Gerçekten, Türkiye’deki şahinler, soykırımdan söz etmekten vazgeçmesi için Ermenistan’a baskı yapıyor”.



Türkiye’deki “şahinler”in Ermenistan ile ilişkilerin iyileştirilmesinin Yukarı Karabağ sorununda ilerlemeye bağlanmasını istedikleri belirtilen analizde “Ancak en azından Sayın Gül, yolunu sürdürmeye kararlı görünüyor” denildi.



195
Selam Arkadaşlar..Burada Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Her Yerde Yüce Olduğunu Göstereceğim Sizlere..=)
























































196
Saakaşvili Ruslar'a karşı sonuna kadar direnmekte kararlı. Gürcü lider Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı'nı örnek gösterdi.

Mihail Saakaşvili, geçen ay Kafkaslarda yaşanan savaşı Kanal D'den Benan Kepsutlu'ya değerlendirdi. Saakşavili, Rusya'nın son hamlesi olan Güney Osetya ve Abhazya'yı tanıma kararını asla kabul etmeyeceklerini ve ayrılıkçı bölgelerin Gürcistan'ın parçası olduğunu tekrarladı.

Gürcü lider, Gürcistan'ın şu anki durumuyla 1'inci Dünya Savaşı ardından işgal altında kalan Türkiye arasında benzerlik kurdu.

Saakaşvili, "Abhazya ve Güney Osetya bağımsız değil, Rusya tarafından işgal altında. Eğer bi başka ülke sizin topraklarınıza gelip işgal etse, tıpkı Türkiye'nin başına daha önce geldiği gibi, ne yapardınız? Biliyorum ki Mustafa Kemal Atatürk onlarla mücadele etti. Şu anda Gürcistan'ın başına gelen de bu. Atatürk hicbir zaman Turkiyeyi terketmedi, ben de hic bir zaman Gurcistan'ı terketmeyecegim" dedi.

internethaber

197
''Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz''...      

Burcu Bilgin'in haberi



Ulusal Kurtuluş Savaşı, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, 26 Ağustos 1922'de sabaha karşı verdiği emirle başlattığı Büyük Taarruz, 30 Ağustos'ta ''Başkomutanlık Meydan Muharebesi''nin kazanılmasıyla sonuçlandı.



Ulusun topraklarını savunma mücadelesi, 10 Ocak 1920'de İnönü mevzilerinde Yunanlılarla şiddetli çarpışmaların ardından 1. İnönü Zaferi'nin kazanılmasıyla başarıya ulaşmaya başlamıştı.



20 Ocak 1920'de ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilirken 5 Şubatta TBMM'nin gizli oturumunda Londra Konferansı'na Ankara Hükümeti adına heyet gönderilmesi ve heyetin Meclis üyelerinden oluşması kararlaştırıldı. 6 Şubatta Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet, Ankara'dan hareket etti. 21 Şubatta konferans başladı ve 12 Martta son buldu.



TBMM hükümeti ile Rusya arasında 16 Martta Moskova Anlaşması imzalandı. Masa üzerindeki zaferleri, meydanlardaki zaferler izliyordu. 1 Nisanda 2. İnönü Zaferi kazanıldı. 5 Ağustos; Mustafa Kemal'e geniş yetkilerle ve 3 ay süreyle Başkumandanlık tevcih eden kanun TBMM'de kabul edilirken, 23 Ağustos 1920 günü Yunan ordusu taarruza geçti ve Sakarya Meydan Muharebesi başladı. 26 Ağustosta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın şu emri geldi:



''Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz''...



26 Ağustosta saat 05.30'da topçu ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Türk süvarileri, 9 Eylülde İzmir'e girdi ve Kadifekale'ye Türk bayrağı çekildi.



13 Eylülde Sakarya Meydan Muharebesi sona ermiş, düşmanın Sakarya Nehri'nin doğusunda imha edilmesiyle zafer kazanılmıştı. Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle 14 Eylülde genel seferberlik ilan edildi. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 19 Eylülde ''Gazi'' unvanı ve mareşal rütbesini aldı.



Yeni yılın başlangıcında Mersin ve Adana düşman işgalinden kurtulmuştu. Dört bir bucak Türk topraklarının düşman çizmesi altındaki esareti birer birer sona eriyordu.



Kendisi de cepheye hareket eden Mustafa Kemal, saatler ilerleyip sonuç alınınca 31 Ağustos sabahı savaş meydanını dolaştı. Mustafa Kemal, gördüğü manzarayı törende aktarırken, ordunun zaferinin büyüklüğünü, buna karşılık ''hasım ordunun'' uğratıldığı felaketin dehşetini ve savaş meydanından toplanan ölülerin, esir kafilelerinin oluşturduğu görünümün ''bir mahşeri'' andırdığından özenle kurduğu cümlelerle söz etti.



Mustafa Kemal Atatürk, anıtın, ''Türk vatanına göz dikeceklere Türk'ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacağı''nı da kaydetti.



-ATATÜRK, ''30 AĞUSTOS''U ANLATIYOR-



Büyük Taarruz'un mimarı Atatürk, Büyük Nutku'nda 30 Ağustos'u şöyle anlattı:



''...Efendiler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20,30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustos'a kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustosta yaptığımız savaş sonunda düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi. Demek ki, tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir'e doğru yol alırken diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir'in kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.



Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da İzmir'deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek, onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da 9 Eylül 1922'de Kemalpaşa'da görüşebileceğimizi bildirmiştim. Gerçekten de söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa'da bulundum. Fakat görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir Rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı



Saygıdeğer efendiler,



Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesini ve ondan sonra düşman ordusunu tamamiyle yok eden veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekatımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım.



Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekat Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir.



Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.''



(AA)

198
Mustafa Kemal'i "Dinsizlikle" Suçlayanlara Arşivlerden Tokat Gibi Cevap



Bazı çevrelerin Atatürk'le ilgili iddialarına son verecek olan belge, İçişleri Bakanlığı Matbuat Umum Müdürlüğü antetini ve 20 Ağustos 1937 tarihini taşıyor. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Cumhurbaşkanlığı'na hitaben yazdığı ön sunuş yazısında "Bombay Chronicle gazetesinin 27.8.1937 tarihli nushasında 'Filistin'e el sürülemez, Kemal Paşa Avrupa'ya ihtar ediyor' başlığı altında bir yazı intişar etmiştir. Bu yazının Türkçe örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım" diyor. Belgeden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal Atatürk'ün, Meclis'te yaptığı bu konuşmayı, önce, Ankara'da Türkçe yayınlanan Hakimiyeti Milliye gazetesi yayınlamış. Hindistan'da yayınlanan Bombay Chronicle gazetesi de bu açıklamayı Hakimiyeti Milliye gazetesinden almış. Aslı Ankara'da Milli Arşiv'de 030 10 266 793 25 numaları dosyada saklı tutulan belgeye göre, Mustafa Kemal Atatürk'ün Kutsal Topraklar'la ilgili olarak Meclis'te yaptığı bu konuşmanın tam metni şöyledir:



"Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmiyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmiyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allahın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur."

199


          



       

                          Suudiler 1926 yılında kendi sınırları içindeki tüm mezarlıkları yıkma kararı alır. İşin en ilginç yanı Hz. Muhammed'in mezarının da Suudi sınırları içerisinde olmasıdır. Ancak Atatürk öyle bir telgraf çeker ki, Suudiler mezarın tek bir taşına bile dokunamazlar.



Nevzat Yalçıntaş'ın anekdotunu Can Ataklı köşesinden şöyle aktarmış:



TEK TAŞINA DOKUNURSANIZ ORDUMU GÖNDERİRİM

Prof. Nevzat Yalçıntaş “Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi” dedi.



Atatürk olmasa bugün Hazreti Muhammed’in mezarı da olmayacaktı



O BELGE NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Yalçıntaş anlatıyor:  “(Dışişlerinde Bakanlık arşivini araştıran) Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.”



Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: “Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.”



ZAMANINDA FAHRETTİN PAŞA MEZARI TERK ETMEMİŞ

Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.



BELGEYİ AÇIKLAMAMIŞLAR

Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.



Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.



Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde “zevahiri kurtarmak” adına konuyor.



Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.



HZ. MUHAMMED MESCİDİ NEBEVİ'DE YATIYOR



Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.



Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.



Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.



Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.




200


                       Kutsal mezarı Atatürk kurtarmış

             09 Ağustos 2008 Cumartesi 12:01

             Suudiler Peygamberin mezarını yıkmak üzereymiş. Atatürk bunu haber almış ve Suudileri titreten bir telgraf çekmiş.

          

       

                          Suudiler 1926 yılında kendi sınırları içindeki tüm mezarlıkları yıkma kararı alır. İşin en ilginç yanı Hz. Muhammed'in mezarının da Suudi sınırları içerisinde olmasıdır. Ancak Atatürk öyle bir telgraf çeker ki, Suudiler mezarın tek bir taşına bile dokunamazlar.



Nevzat Yalçıntaş'ın anekdotunu Can Ataklı köşesinden şöyle aktarmış:



TEK TAŞINA DOKUNURSANIZ ORDUMU GÖNDERİRİM

Prof. Nevzat Yalçıntaş “Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi” dedi.



Atatürk olmasa bugün Hazreti Muhammed’in mezarı da olmayacaktı



O BELGE NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Yalçıntaş anlatıyor:  “(Dışişlerinde Bakanlık arşivini araştıran) Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.”



Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: “Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.”



ZAMANINDA FAHRETTİN PAŞA MEZARI TERK ETMEMİŞ

Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.



BELGEYİ AÇIKLAMAMIŞLAR

Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.



Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.



Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde “zevahiri kurtarmak” adına konuyor.



Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.



HZ. MUHAMMED MESCİDİ NEBEVİ'DE YATIYOR



Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.



Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.



Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.



Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.



Kaynak:İnternethaber

201
Son günlerde iki büyük medya kuruluşu yeni bir kampanya başlattı. Hürriyet Gazetesi 26 Mart’ta Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın Üstadı Kaya Paşakay ile bir röportaj dizisi başlattı. Ardından da Sabah Gazetesi 13 Mart’ta Orhan Koloğlu’nun hazırladığı “Türkiye Masonları” adlı yazı dizisini yayınlamaya başladı. Bu iki gazeteyi bir anda harekete geçiren sebep bilinmez ama, bu durum Türk kamuoyunun rastladığı ilk olay değil. Türkiye’de basın tarafından belli olaylar bir anda birileri düğmeye basmışçasına gündeme getiriliyor ve bu durum birtakım kuruluşları aklama kampanyasına dönüştürülüyor. Bundan bir süre önce de çeşitli gazetelerde Said-i Nursî ve Fethullah Gülen ile ilgili yazı dizileri başlatılmış, bunların Türkiye’ye yaptıkları “hizmetler” uzun uzun anlatılmıştı. Müslümanlık temelinde faaliyet yürüten tarikatların aklanmasından sonra sanırız şimdi sıra diğer dinler temelinde faaliyet yürüten tarikatların propagandasına geldi. Ne de olsa Türkiye şimdilerde her türden tarikatın kendini ifade ettiği, her türden dinin siyasete alet edildiği bir özgürlükler ülkesi. Kendisi “Müslüman” olan Tayyip Erdoğan iktidarı, Ruhban Okulu’nun açılması için mücadele ediyor, mason locaları Müslüman ülkesinde salyangoz satıyor. Türkiye, şeyhler, dervişler, tarikatlar ülkesi haline getiriliyor.



Amaçları masonluğu kamuoyunda aklamak



Orhan Koloğlu, böyle bir yazı dizisini neden hazırladığını 29 Mart tarihli Sabah Gazetesi’nde şöyle açıklıyor: “Biraderlerin kurumsal disiplin çerçevesindeki davranışlarından dolayı, Türkiye’de Masonluk en çok merak edilen konulardan biri haline gelmiş. Karşıtları ise, bu davranışlardan doğan esrarengiz havadan yararlanarak her türlü yakıştırmayı araştırmadan gündeme getirmişler.” O yüzden Orhan Koloğlu, konuyu toplumsal işlevi üzerinde yoğunlaşarak objektif bir şekilde değerlendirmiş.



Yani kendisinin de ifade ettiği gibi amaçları, oluşan yahudi karşıtlığını ortadan kaldırmak. Türkiye’de üzerinde en çok durulan masonların “kapalılık esası” dediği gizlilik meselesiymiş. Orhan Koloğlu bu noktada objektif bir biçimde masonlara hak veriyor. Çünkü her kurumun, örneğin bir ticaret şirketinin, bir spor kulübünün, bir siyasi partinin, bir sosyal derneğin kendine özgü bir gizli kapaklılığı olabilir. Oysa Hürriyet Gazetesi’ndeki yazı dizisinde Büyük Üstad Kaya Paşakay, Dernekler Yasası’na tabi olan mason localarının her yıl iki genel kurul yaptıklarını belirtiyor. Birincisi masonik genel kurul, ikincisi dernek genel kurulu. Ancak bunlardan yalnızca dernek genel kuruluna hükümet komiseri katılabiliyor. Yani bu kurumların masonik genel kurulları Türk Devleti tarafından denetlenemiyor. Diğer taraftan masonların neden kimliklerini sakladıkları, mason olup olmadıkları sorulduğunda “hayır” cevabını vermeleri yazı dizilerinde gizlilik hakkı olarak savunuluyor. Çünkü onların “kapalılık esasına” göre faaliyet yürütmeleri, devletten gizli toplantılar yapmaları demokrasi ve özgürlükler açısından doğaldır, milletin bu gizliliği sorgulaması yine demokrasi açısından yanlıştır. Milletin bu konuda üstüne düşen görev sardece hoşgörülü olmaktır.



Masonluğun kökü dışarıda



Masonluğun toplumsal işlevine gelince. Her şeyden önce masonluk, Kaya Paşakay’ın açıklamalarına göre bir tarikat olmayıp, sevgi birliğidir. Amaçları barışın, sevginin, saygının, uzlaşmanın ve huzurun olduğu, kanun önünde insanların eşit hak ve özgürlüklerinin olduğu bir toplum ortamı yaratmaktır. Işık Doğudan yükselmektedir. Doğu nedir? Anadolu’dur. Anadolu’muzdan gelen hümanist fikirler, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşı Veli sayesinde olmuş, onlar bu fikirleri sistematize etmişlerdir. Bu fikirlerin yayılması için neden gizlilik esastır bilemiyoruz ancak, kendilerine bu topraklarda bir kök yaratma uğraşlarını anlayabiliyoruz. Bunların hedefi gerçekten de Doğudur, Anadolu’dur. Amaçları bu topraklarda sevgi ve kardeşliği yeşertmek değil, bağlı bulundukları ülkelerin çıkarlarını Anadolu topraklarında gizlice yürütmektir. Her ne kadar masonluğun gelişimini Anadolu kaynaklı hareketlere bağlamak isteseler de, masonluğun bu topraklarda kökü yoktur. Masonluğun Türkiye’ye girişi Batı kaynaklıdır, kökü dışarıdadır.



Masonluk Osmanlı Devleti’ne Batıdan ithal malı olarak girmiş, temelleri önce yabancılar sonra da azınlıklar tarafından atılmıştır. Osmanlı Devleti’nde yabancı ülkelerin vatandaşları olup oralarda masonluğa girmiş ve sonradan görevli olarak Türkiye’ye gelmiş kişiler ilk locaları kurmuştur. Türkiye’de ilk mason locası İstanbul’da Osmanlı Padişahı Üçüncü Ahmet (1703-1730) zamanında kurulmuştur. Bu tarih Dünya Masonları için başlangıç tarihi olarak kabul edilen Londra Büyük Locası’nın 1717’de kuruluşuna tekabül etmektedir. Yani Türkiye’de masonluk, tüm ülkelerde masonluğun ortaya çıkışıyla aynı zamanda olmuştur.



Türkiye’deki ilk loca, Fransız obediyansına bağlı olup, Galata’da kurulmuştur. O dönemde Galata’da yaşayan Frenkler ve Levantenler tarafından idare edilmiştir. İlk kurucuları; Yirmisekiz Mehmet Çelebi, oğlu Sait Çelebi ve İbrahim Müteferrika’dır. İbrahim Müteferrika Macar asıllıdır. Mehmet Çelebi’nin babası bir devşirmedir. Mehmet Çelebi ve Sait Çelebi bir yıl Paris’te kalmışlar, burada Fransız Locası’na bağlanmışlardır. Türkiye’ye döndüklerinde İbrahim Müteferrika ile birlikte ilk mason locasını kurmuşlardır. Yine Türkiye’deki ilk masonlardan olan Kumbaracı Ahmet Paşa gerçekte bir Fransız kontudur ve gerçek adı Comt de Banneval’dir. 1729’da Osmanlı hizmetine girmiş, ilk askeri ve topçuluk okulunu kurmuştur.



Batılılaşmanın Türkiye’ye hediyesi: Mason locaları



Aslında, Türkiye’ye masonluğun girişi ile Türkiye’nin batılılaşma çabalarının aynı tarihlere denk düşmesi tesadüf değildir. Türkiye üç yüz yıldır Batıdan kurum ithal etmektedir. Masonluk kurumu bunlardan yalnızca biridir. Osmanlı Devleti’nde emperyalist emeller taşıyan hemen her ülke, elçilikleri aracılığıyla kendi ülkelerinin obediyarslarına bağlı mason locaları açmışlardır. İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar kendilerine bağlı localar açmışlardır. Bu localar yavaş yavaş Anadolu’nun tüm illerine yayılmıştır.



Türkiye’de mason locaları yine 1908 senesinde, Meşrutiyet’in ilanından sonra yaygınlaşmıştır. Padişahların karanlık istibdat rejimlerine karşı hürriyet için mücadele edenler maalesef masonluğa ilgi duymuşlardır. Kendisini yabancıların korumasına muhtaç hisseden Tanzimatçı-Meşrutiyetçi anlayış masonluğun örgütlenip gelişmesine en önemli katkıları sunmuştur. Meşrutiyet’le birlikte ülkedeki masonlar bağımsız bir obediyans kurmaya teşebbüs etmişlerdir. Bu dönemde Büyük Loca, Yüksek Şura ve Türkiye Büyük Locası kurulmuştur. İttihat ve Terakki liderlerinin bir kısmı; Talat Paşa, Cemal Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Kazım Paşa ve bir çok isim Selanik’teki Fransız Büyük Maşrık’ına bağlı Veritans Locası’na bağlıdır.



Türkiye’de masonluk batılılaşma anlayışının dışına çıkıldığı dönemlerde sekteye uğramış, iki kez mason localarının faaliyetleri kesintiye uğramıştır. Bunlardan ilki 1935 yılında Mustafa Kemal’in mason localarını kapatmasıyla gerçekleşmiştir. Masonluk için ikinci geri adım dönemi ise 27 Mayıs Devrimi ile gerçekleşmiştir. 27 Mayıs ile bir çok mason Yüksek Adalet Divanı önüne çıkarılmış, pek çoğu Yassıada’da mahkum edilmiş, ardından mason olan Fatin Rüştü Zorlu asılmıştır. Masonlar üniversitelerden tasfiye edilmiştir. Mason Locaları Atatürk tarafından kapatıldıktan 14 yıl sonra Türkiye çok partili hayata geçmiş, ülkenin tekrar Batıya yönelmesiyle masonların bekledikleri günler gelmiştir. Dernekler Yasası’nda yapılan değişikliklerle 5 Şubat 1958’de Türkiye Mason Derneği adıyla masonlar yeniden faaliyete geçmiştir. Atatürk’ün kurduğu Halkevleri tasfiye edilmiş, 1950 sonrası mason dernekleri açtıkları davalar sonucu Halkevlerine devredilmiş mallarını ve binalarını geri almışlardır. 27 Mayıs’ın masonluğa vurduğu darbe, parlamentolu sisteme hızlı geçiş ile birlikte kısa sürede atlatılmış, masonlar devlet kadrolarına, üniversitelere geri dönmüştür.



Mustafa Kemal: Defolun gidin Yahudi uşakları!



Hürriyet Gazetesi bu noktada gerçekleri saptırmaktadır. Masonluğu Atatürk’le bağdaştırma çabaları son derece iğrençtir. Kaya Paşakay röportajında Atatürk’ün masonlukla olan ilişkisini yalanlara dayanarak ispat etmeye çalışmakta, Atatürk’ün arkasına gizlenerek faaliyetlerini meşrulaştırmaya çalışmaktadır: “Atatürk’ün söylev ve demeçlerini düşünecek olursak, tüm bu prensiplerin özünde masonik ilkelerle birebir örtüşen, destekleyen ve tavsiye eden ifadeler görüyoruz. Atatürk zamanında Büyük Loca’mıza çok yakın davranmış ve faaliyetlerini teşvik etmiştir. Yakın çevresi, doktoru, başbakanı Şükrü Kaya ve vekillerinin çoğu masondur.” demektedir. Acaba Atatürk’ün hangi ilkesiyle masonluk bağdaşmakta, “Ben başkalarının yaptığı prensiplere değil, kendi prensiplerime uyarım” anlayışıyla masonluk nasıl örtüşmektedir? Sabah Gazetesi daha da ileri giderek, mason localarının her zaman karşısında olan Mahmut Esat Bozkurt’u hedef seçmektedir. Mahmut Esat Bozkurt’un Karşıyaka’daki Zuhal Locasına üyelik için başvurduğu, reddedildiği için masonluğun karşısında yer aldığı iddialarına yer vermektedir.



Oysa Atatürk 1908’de üyesi bulunduğu İttihat ve Terakki’nin birçok üyesi mason olmasına rağmen masonluğu kabul etmemiştir. Meşrutiyet ilericiliğinin aslında Batının ajanlığı olduğunu yaşayarak görmüş, Tanzimatçılığı dışlayarak kendi fikirlerini geliştirmiştir. Atatürk tüm kökü dışarıda olan anlayışları reddetmiş, masonluk kurumundan nefret etmiştir. 1935’te zamanı geldiğinde ilk işi tüm mason localarını kapatmak olmuştur. Masonluğun yasaklanması olayı Cumhuriyet’in ilk milletvekillerinden olan İbrahim Arvas’ın “Tarihi Hakikatler” adlı kitabında şöyle anlatılmaktadır:



Mustafa Kemal, Mahmut Esat Bozkurt’u yanına çağırır. Kendisine masonların örgütlenme şemalarını ve amaçlarını anlatan bir kitap verir. “Bunu gizlice mutalâa et, bir takrir ile Halk Partisi Grup Başkanlığı’na ver ve grupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delâlet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.” Mahmut Esat Bozkurt bunun üzerine gereğini yapar ve takriri gurup toplantısında okutur: Bizim eba ancet gelen atalarımızın mensubu bulunduğu tarikatları kapattık. Masonluk da kökü dışarıda bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Memleketimizde bunun ne işi vardır?” Bunun üzerine mason olan Şükrü Kaya ve Doktor Mim Kemal önderliğinde bir grup Atatürk’ün yanına gelerek;



- Biz zaten maiyet-i devletindeyiz, fakat siz meşrik-i azamız olursanız pervane gibi etrafınızda dolaşırız.



- Peki bir şey soracağım. Bana cevap veriniz. Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbuunuzun ismi nedir?



- Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Borca Mişon Cenapları’dır.



- Haydi defolun buradan, cehennem olun gidin. Yahudi uşakları. Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi çıfıt Yahudiye uşak mı olacağım. Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki tüm localarınızı kapatmadığınız taktirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harp örfiye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan.



İşte Mustafa Kemal’in tavrıyla masonların “Uykuya yatma devri” dedikleri dönem böyle başlar. Zorunlu olarak tüm mason locaları kendilerini kapattıklarını ilan ederler. Tüm mason localarının mallarına el konulur ve mallar açılacak olan Halkevlerine devredilir.



Yahudi uşağı Türk medyası



Atatürk’ün ardından 1948’lerde faaliyete geçerek 1950’lerde önündeki tüm engelleri aşan mason teşkilatları, Adnan Mendereslerin, Celal Bayarların, Süleyman Demirellerin özel çabalarıyla kurumsallaşmış, Anadolu’da mantar gibi çoğalmıştır. Şimdi de Tayyip Erdoğan’ın iktidarında açık açık propaganda yapabilir duruma gelmiştir.



Bugün yeniden Tanzimat Batıcılığının ve gericiliğin kol kola vererek yükselişe geçtiği bir dönemi yaşıyoruz. Nurcular, Nakşibendiler, masonlar ve her türden fitne fesat yuvası özgürlüğün sağladığı bu sarhoşlukla istedikleri gibi faaliyet yürütmekte, işbirlikçi basının sağladığı olanaklarla yalanlarını ortalığa dökebilmekte, milletin değerlerine saldırabilmekteler. Basının tüm çabası bu kurumları millete benimsetmektir. Bu noktada yaptıkları Yahudi uşaklığından başka bir şey değildir. Ancak bu çaba boşunadır, millet kendine yabancı olan hiçbir kurumu hele hele bu kurumlar Yahudiliğe hizmet ediyorsa asla benimsemez, hoş karşılamaz. Çünkü bu millet zamanında Atina Maşrıkı’na bağlı locaların kardeşlik dostluk adı altında nasıl Selanik’te, Makedonya’da Yunan çıkarlarına hizmet ettiğini unutmamıştır. Bu ve buna benzer örneklerden dolayı mason localarının Atatürk tarafından kapatılmasını sevinçle karşılamıştır.

202
1."ATA"Lafını Sevmezdi

"Atatürk" hitabını ilk kez dönemin Türk Dil Kurumu Bşk. bir konuşmasında kullanmış, M.Kemal de çok beğenerek soyadı olarak aLmıştı.Kendisine "Ata" diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmazdı.



2.EN SEVDİĞİ YEMEK

Manastır Askeri Lisesi yıllarından kalan bir alışkanlıkla hayatı boyunca en sevdiği yemek kuru fasulye- pilav olarak kaldı.Tatlı sevmezdi ama canı tatlı istediğinde gül reçeli yerdi.



3.EN BÜYÜK HAYALİ DÜNYA TURUNA ÇIKMAKTI

Ömrü yetseydi bir dünya turuna çıkıp Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmek en büyük hayaliydi.



4.BAŞUCU KİTABI "ÇALIKUŞU"YDU.

Binlerce kitabı vardı.Ama Reşat Nuri Güntekin`in ünlü Çalıkuşu romanını hayatı boyunca, hatta cephede bile başucundan ayırmaz, her gün rastgele bir yerinden açar, bir kaç sayfa okurdu.



5.KABUL SALONUNDAKİ AT YAVRUSU

Atlardan sonra en sevdiği hayvan köpekti. "Fox" adını verdiği köpeği, Gazi`nin yatağının ayak ucunda uyurdu.Hayvanlara düşkünlüğü o dereceydi ki bir gün misafirlerinin de görebilmesi için yeni doğmuş bir tayla annesinin Çankaya Köşkü kabul salonuna getirilmesini bile emretmişti.



6.TAM BİR SALON ADAMI

En sevdiği dans valsti. Müzik zevki çeşitlilik gösteriyordu.Klasik Batı müziği dışında Anadolu ezgilerini de severek dinlerdi.



7.GÖMLEKLERİNİN TÜMÜ BEYAZDI

Gömleklerinin hepsi beyazdı. Bu gömlekler ilk yıllarda İsviçre`de özel olarak dikililen sonra yerli malı kullanma kampanyasına öncülük edebilmek için Beyoğlu`nda bir terziye diktiriLmeye başlanmıştı.



8.DOLABINDA LACİVERDE YER YOKTU

Takım elbiselerinin tasarımlarını hep kendisi çizerdi.Lacivert takım giymeyi sevmezdi.



9.ÖLÇÜLERİ

Boyu 1.74 idi.Hayatının son dönemlerine kadar 76 olan kilosu hastalığının ilerlemeye başlamasıyla 46 ya kadar düşmüştü. 43 numara siyah rugan ayakkabı giyerdi



10.RUMELİ ŞİVESİ

Özenli ve temiz bir Türkçe konuşurdu.Ancak bazı kelimeleri Rumeli şivesiyle telaffuz ederdi.



11.HAZİN BİR HİKAYE

Hayatında bir dönem çok önemli yer tutan M.Kemal`in evlenmesinden sonra hayatına trajik bir şekilde son veren Fikriye Hanım`ın mezarının nerede olduğu bilinmiyor.



12.CUMHURBAŞKANLIĞINDAN SIKILIYORDU.

Hayatının çoğunu geçirdiği savaş cephelerinden sonra Cumhurbaşkanı olarak geçirdiği yıllar ona bir tecrit yaşantısı gibi geliyor, çok sevdiği halkından ve sade bir vatandaş yaşamından uzaklaştığını düşünüyordu.



13.PAPA`NIN TEMSİLCİSİNE ELBİSE

Kıyafet Kanunu çerçevesinde tüm din adamlarının dini kıyafetleriyle sokağa çıkmaları yasaklanınca, Monsenyör Roncalli`ye kendi terzisi Kemal Milaslı eliyle bir koleksiyon hazırlattı.



14.KENDİSİ TIRAŞ OLMAZDI.

Sabah kahvaltılarıyla arası hiç hoş değildi.Yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurarak oturur, günün ilk kahvesini sigarasını içerdi.Bir özelliği de kendi kendine tıraş olmamasıydı.



15.DÜZEN TAKINTISI VARDI

Evinde ,çevresinde hatta konuk olduğu evlerde bile eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.



16.HOŞGÖRÜLÜ LİDER

Köylünün birinin gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanmış ,"Alın bunu kendi içsin"diyerek Atatürk`e küfretmişti.Mahkemeye çıkarılacaktı. Atatürk olayı dinledikten sonra "Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin" dedi



17.SİGARA PAZARLIĞI

Hastalığının başlangıcında kendisini muayene eden Dr.Fissinger günde kaç paket sigara içtiğini sormuş, Atatürk "sekiz" demişti. Doktor bunu günde bir pakete indirmesi gerektiğini söyleyince gülümseyerek cevap vermişti:"Ben zaten bir paket içiyorum. Bundan sonra bunu sizin izninizle yapacağım"



18."BU NASIL HALKÇILIK?"

Bir sabah milletvekilleri ile trene binmişti.Kondüktörün milletvekillerinden bilet parası almamasına şaşırmış nedenini sormuştu.Trenin milletvekillerine bedava olduğunu öğrenince epey sinirlenmiş "Ne de güzel halkçılık ama" demişti.



19."LAİKLİK ADAM OLMAKTIR!"

İlk mecliste üyelerden biri laikliğin ne manaya geldiğini anlayamadığını söyleyince Gazi sinirlenmiş elini kürsüye vurarak , "Adam olmak demektir hocam, adam olmak!"demiştir.



20.KURBANLARI BAĞIŞLARDI.

Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz böyle durumlarda sırtını döner yada kesilmelerini engellerdi



21.YABANCI DİLE MERAKI

Askeri lisede öğrenmeye başladığı Fransızcayı sonraki yıllarda geliştirdi. Zengin bir kelime bilgisi vardı.



22.FASULYESİNE POKER

Kumardan hoşlanmaz ama arkadaşlarıyla fasulyesine poker oynardı.Oyun sonunda kazandıklarını iade ederdi.



23.KAN GÖRMEYE DAYANAMAZDI

Cephelerde düşmanla göğüs göğüse savaşmış biri olarak en ilginç özelliği savaş meydanları dışında kan görünce fenalaşmasıydı.



24.KULAKLARI DUYNA TEK KİŞİ

Fransız tarihçisi Herriot Ankara`ya geldiğininde Gazi`nin kulaklarının duyuyor olmasına şaşırmış anılarında bunu espirili bir dille anlatmıştı: "T.C`de bir tane kulakları duyan kişi var onu da Cumhurbaşkanı yapmışlar"



25.BİR RİCASI BAŞ AÇTIRDI

Bir gün halk arasında dolaşırken çarşaflı bir kadına rastlamış, "Hafız Hanım benim hatırım için başındaki örtüyü açar mısın?" diye sormuştu. Kadın baş örtüsünü açarak , Atatürk`ün önünde eğildi ve ellerini öptü



26.BİLARDO VE YÜZME

Sportmen kişiliği vardı.Hegün at biner , yüzmeye gider ve bilardo oynardı.



27.EN BAŞARILI DERSİ

Eğitim hayatı boyunca en başarılı dersi matematikti. Pozitif bilimlere ilgisi hayatı boyunca sürdü.



28.YAĞCILARA GEÇİT YOK

Yağcılığa çok kızardı. Bir akşam sofrasında kendisine gereksiz şekilde iltifat eden Abdülhak Hamit`e müdahale etti.



29.SON YILBAŞI GECESİ

1937`yi 1938`e bağlayan son yılbaşı gecesini Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile başbaşa geçirmişti.O gece dolabındaki bazı elbiseleri bakana hediye etmişti



30.KÖŞKTEKİ GÜVERCİNLİK

Kuşları çok severdi.Çankaya Köşkü`nde özel bir bakıcının ilgilendiği güvercinliği vardı

203
İddianamede Ergenekoncuların, Atatürk'ün de kendi örgütlerinin tarikatvari ve dini yapısının içerisinde olduğuna inandığı, bunun da zamanı geldiğinde açıklanacağı yönünde ilginç ifadeler yer aldı...





Ergenekon iddianamesinde şok ifadeler gündemi sarsmaya devam ediyor.İddialar öyle çarpıcı ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ismi bile iddianame de yer aldı.



İddianamenin 8. maddesinde yer alan ifadelerde sanık Sevgi Erenerol’dan çıkan ‘Derin Ergenekon’ adlı bir belge çıktığı belirtiliyor. ‘Atatürk’ün de kendi örgütlerinin tarikatvari ve dini yapısının içinde olduğu belirtildiği ‘Derin Ergenekon’ isimli belgede iddianameye yansıyan çarpıcı ifadeler şöyle; "Alpler alperenlar adlandırılan örgütsel konumda kişilerin Türk ordusuna sızmaya çalıştıkları ve gizlilik gereği olan bazı şeylerin açıklanmaması gerektiği, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın Ergenekon’un gözbebeği olduğu, hatta daha da ileri gidilerek Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün dahi kendi örgütlerinin tarikatvari ve dini yapısının içerisinde olduğu ancak bunun henüz açıklanmasının zamanı gelmediğinden açıklanmaması gerektiği şeklinde ibarelerin bulunduğu görülmüştür"



DHA

204
24 Temmuz 2008                          



 



             Atatürk’e vurmak...

         

         

    HÜRRİYET İnternet sitesinde önceki gün (22.07.2008) tercih yapacak gençler için üniversiteleri tanıtan bir araştırma-haber vardı. Tanıtma sırası Sabancı Üniversitesi’ne gelmişti ve üniversitenin vasıfları sıralanıyordu.



 Haberin başlığı şöyleydi:



"Bu üniversitede Atatürk’ü eleştirmeye izin var..."



İşte size tercih nedeni:



Atatürk’ü eleştirmek...



*



Tabii ki haberin perde arkasını, nasıl yapıldığını, kulisini-mulisini biz bilemeyiz.



Merak edip açıp bakarsanız; Hürriyet İnternet’in muhabiri Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Tosun Terzioğlu’na (nereden icap ediyorsa) soruyor:



"Yani bir öğrenci ben Atatürk’ten ve icraatlarından hoşlanmıyorum derse, buna izin var mı burada?.."



Rektör yanıtlıyor:



"Yapabilir tabii... Hangi kaynağı kullandığı, doğru ve yeterli kaynak seçip seçmediği bunlar çok önemli..."



(........)



Doğrusunu isterseniz akademik özgürlüğü vurgulamak açısından buraya kadarını normal görebilirsiniz de...



Ama Hürriyet İnternet’in editörleri, tüm haberin içinden bunu cımbızla bulup, manşetler arasında kocaman verdiler:



"Bu üniversitede Atatürk’ü eleştirmeye izin var..."



*



Tebrik ederiz...



İş buraya kadar vardı mı?..



Yani sizin açınızdan, "Atatürk’ü eleştirmek" bir üniversitenin "üstün vasfı" sayılabiliyor mu artık?... Atatürk’ten hoşlanmamak, yaptıklarını eleştirmek, bir üniversitenin "kalitesini gösteren" nedenler arasında olabiliyor mu sizce?..



Bu kadar mı çok döndü gözünüz?..



Atatürk cumhuriyetini ve devrimlerini savunanlar izlenip, fişlenip, toplatılırken... Atatürk’e vurmak dönek ve iktidar yalakalarının modası olmuşken... Üniversitelerdeki son Atatürkçü rektör ve dekanlar ayıklanırken...



Bu mudur gurur duyduğunuz şey:



"Bu üniversitede Atatürk’ü eleştirmeye izin var..."



Bu mudur vasfınız...



Böyle midir kaliteniz?..



Vefanız böyle midir:



Atatürk’e vurmak...

Sayfa: 1 ... 11 12 13 ... 99